Deniz Özlem Bilgili yazdı: Neo-liberalizm ve yeni muhafazakarlık kıskacında kadın emeği ve İSİG mücadelesi

Deniz Özlem Bilgili yazdı: Neo-liberalizm ve yeni muhafazakarlık kıskacında kadın emeği ve İSİG mücadelesi

Devlet eliyle dindarlaşma örgütleniyor. Özellikle  kamu kurumlarında ve eğitim sisteminde bu dindarlaşma yaygınlaştırılıyor. Toplumda yeni muhafazakârlık/gericilik dalgası koyulaşmış durumda. Kadın emeği her geçen gün değersizleştiriliyor ve kadınlar işsizliğe, yoksulluğa, güvencesizliğe daha çok mahkum ediliyor. Peki bu erkek egemen sermaye ve gericilik düzeninin kıskacından kadınlar nasıl kurtulabilir!?

1970’lerin başında patlak veren ekonomik krizle birlikte kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra başlayan ve 1960’ların sonuna kadar devam eden altın çağı sona ermiş oldu. Dünyada keynesyen ekonomi politikalarından, sosyal devlet anlayışından ve uygulamalarından, kamuculuktan vazgeçilmeye başlandı. Kapitalizmin yeni formu küresel kapitalizm, iki sac ayağının, neo-liberalizmin ve yeni muhafazakârlığın üzerinde yükseldi. Yeni muhafazakâr ideolojiyi benimseyen yeni sağ siyaset her ne kadar devlet, din, millet, gelenek, görenek gibi klasik muhafazakâr değerlerle çatışmaz görünse de bunları adlı adınca muhafaza etmek yerine bunlar üzerinden popülizm yapar ve ahlâkçılığı da popülist karakterdedir. Yeni muhafazakârlar liberalizmle, piyasa ekonomisiyle, teknikle, iletişim teknolojileriyle, kitle iletişim araçlarıyla, sanatın farklı kollarıyla, popüler kültürle vs. sorunlu değildirler; günceli takip ederler. Kapitalizmin yeni formuyla, dayattığı yeni yaşam biçimleriyle ve kültürle kaynaşırlar, uyum sağlar ve koşullara uyarak, oyunu kurallarına göre oynarlar. Yeni muhafazakâr sağ için aile çok önemlidir. Sistemin hücresidir. Din ise toplumun çimentosu. Her ne kadar söylemde insanlar/topluluklar arasında dinsel inanış/etnik köken/dış görünüş/hayat tarzı gibi konularda söylemsel bazda ayrım yapmadıklarını iddia etseler de  pratikte kendi değer yargılarını/yaşam biçimlerini/özgür bireyler ve onların yaşamları yerine (heteroseksüel) aile ideolojisini dinsel/muhafazakâr referanslar ve söylemler üzerinden egemen kılmaya çalışır, topluma bunu farklı yöntemlerle dayatırlar. Ayrıca yeni muhafazakâr ideoloji için piyasa ekonomisi ile çatışmayacak, neo-liberalizmin ihtiyaç duyduğu ucuz işgücünü temin edecek, sermaye birikimine katkı yapacak, iktidarın otoriter ve anti-demokratik yasalarına ve uygulamalarına onay verecek olan aile, şüphesiz ki o iktidarın istediği şekilde dindar ve muhafazakâr olmalıdır zaten.

Küresel kapitalizmin iki saç ayağından biri dediğimiz neo-liberal ekonomi politikalarıyla birlikte sosyal ve siyasal politikalarla uygulanan yeni muhafazakârlık ABD’de Reagan ve İngiltere’de Thatcher döneminde etkin olarak uygulanmaya başlanmıştı. He iki ülkede de bu bu politikalarla emekçiler, azınlıklar, göçmenler ve kadınlar üzerinde nasıl tahakküm kurulduğunu, baskı ve zor mekanizmalarının sindirme, caydırma yöntemleri olarak nasıl uygulandığını, soğuk savaş sonrası dönemde nasıl güçlendiğini, devletlerin iç ve dış siyaset politikalarını nasıl etkilediğini ayrıca başka bir yazının konusu yapmak gerekir. Buradan küresel kapitalizmin ülkemizdeki temsilcisi, yürütücüsü AKP’ye gelecek olursak; “muhafazakâr demokrasi”  kavramını ilk kez Tayyip Erdoğan kullanmıştı. Erdoğan, “Bireysel referansım İslam, siyasal referansım demokrasidir” diyordu ve AKP’nin de siyasal kimliğini “muhafazakâr demokrasi” olarak konumlandırmak istediklerini söylüyordu. Erdoğan ve ideologlarının en çok altını çizdikleri şey; AKP’nin İslamcı siyaset yapmayacağıydı ve dini siyasal alandan sosyal alana/toplumsal olana çekmek amacında olduklarıydı.

İlginç olan şu ki; 14 yıldır iktidarda olan AKP, cemaat ile kavgaya tutuşmadan önce kendisine “muhafazakâr demokrat”  derken, bir süredir  cemaate "neo-liberal İslamcı" diyerek kendisinden ayrı tutuyor ve şimdi kendisine "yerli ve milli İslamcı" diyor (Bu “deme” işlevini yerine getiren bu siyasetin en üst ve tek aklı: Tayyip Erdoğan tabi ki). Sıfatı ne olursa olsun 14 yıldır bu siyasi iktidarın bu ülke topraklarında heteroseksüel-erkek egemen-dinci-gerici-faşizan-otoriter bir hegemonya kurmak istediği, bunu devletin ideolojik aygıtları olan eğitim, aile, medya, sanat gibi kurumlar, yapılar üzerinden inşa etmeye çalıştığını görüyoruz, yaşıyoruz hep birlikte. Peki AKP’nin ülkemizde temsil ettiği yeni muhafazakârlıkla yürüttüğü neo-liberal politikalar, kadınlar için ne anlama geliyor, kadınları nasıl etkiliyor? Bakalım:

Bugün artık devletleşen, yasama-yürütme-yargı ayrımlarını ortadan kaldırmaya çalışan, fiilen aslında bunda başarılı da olan, tüm devlet kurumlarını ve mekanizmasını kendi ideolojisi doğrultusunda dönüştüren, rejime ve sisteme kasteden, yeni Türkiye şiarıyla ülkeyi ve toplumu bir daha geri dönülemez boyutta karanlığa sürükleyen; kadınları esir pazarlarında satan, tecavüzcü, katil IŞİD terör örgütü ile de rabıtası olduğu bilinen AKP'ye gerici gerici diyoruz ya. Evet  AKP Türkiye'sinde kadına dair pozitif olması gereken verilerde bir geri gidişin olduğunu söylemek mümkün. Örneğin Dünya Ekonomik Forumu’nun (DEF) 2015 Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu’nda Türkiye giderek geriliyor. 2014’te 142 ülke arasında 125. sırada yer alan Türkiye, 2015’te 145 ülke arasında 130. sırada yer alıyor. Yine rapora göre: Kadınların işgücüne katılımında da 131. sırada yer alan Türkiye, ücret eşitliğinde ise 82. sırada. Türkiye'de bir kadının kazandığı 1 ABD Dolarına karşılık, aynı işi yapan bir erkek 2,56 ABD doları kazanıyor. İşgücüne kadınların yüzde 32,20'si, erkeklerin yüzde 75,6'sı katılıyor. Hem eğitimde cinsiyet eşitsizliği hem de siyasal güçlenme açısından Türkiye 105. sırada yer alıyor.

Diğer taraftan AKP’nin kutsal aile tezlerinden, eşitsizlikçi zihniyetinden, en az üç çocuk dayatmasından, kürtajı-sezeryanı yasaklama girişimlerinden, tacize-tecavüze-kadın cinayetlerine yaklaşım tarzından, kadınların oturup kalkmasından kılık kıyafetine kadar karışılmasından, uygulamaya koyduğu 4+4+4 parçalı eğitim sisteminden, doğum ve annelik izni ile birlikte kadınlara bir avantajmış gibi sunulan esnek, güvencesiz, kuralsız çalışma biçimlerinden, özelleştirme ve taşeronlaştırmanın yaygınlaşmasının ve yerleşik hale getirilmesinin ardından kölelik düzeni olarak ifade edebileceğimiz kiralık işçilik (onlar geçici iş ilişkisi kurmak diyor) ve özel istihdam bürolarının gündeme getirilmesinden anlıyoruz ki AKP, KADIN DÜŞMANI BİR ÖRGÜTTÜR, tüm salkım ve saçaklarıyla kadın düşmanı bir ÖRGÜTLENMEDİR.

Hal böyle olunca her geçen gün toplumsal yaşam içerisinde kadınların erkeklerden daha geri statüde vatandaşlar olduğu; hatta sadece doğurabilen, anne olabilen kadınların "var" ve makbul olduğu, diğer kadınların ise  "yok" sayıldığı bir tablo ortaya çıkıyor.

Emek alanına baktığımızda ise: AKP aslında kadınları eve hapsetmek istemiyor; aileye hapsetmek, aileye zincirlemek istiyor. Kadınlar hem iş piyasasında emek gücünü ucuza satsın, hem de evde anne ve eş rollerini yerine getirsin istiyor. Yani "doğal olarak" kadının emeğinin hem işte hem evde sömürülmesini istiyor, bunun önünü açıyor. Kadının ev içi emeğinin görünmez halini, erkek egemen, gerici dinsel-kültürel-toplumsal örf ve geleneksel saiklerle/söylemlerle sürdürüyor. Çalışma yaşamındaki çalışma süresi, asgari ücret, güvence, örgütlülük gibi tüm "katılıklar" ortadan kalksın, standartlar düşsün; tüm emekçiler düşük ücretli, esnek, güvencesiz, örgütsüz yani standart altı ve dışı çalışmaya mahkum olsun, boyun eğsin istiyor. Bunu da genel emek içerisinde en zayıf halka olarak gördüğü kadınlar ve kadın emeği üzerinden gerçekleştirmek istiyor.

Yine hal böyle olunca sermaye yanlısı, "yerli ve milli İslamcı" yani gerici AKP açısından kadın emekçilerin sağlığı ve iş güvenliği tabi ki önemli konular değil. Bunun en açık örneği de ev işçileridir. Ev işçileri, 4857 sayılı İş Kanunu ve 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu'ndaki hakların tamamını kullanamıyor. Pek çok sektörde ister mavi yakalı, ister beyaz ister pembe yakalı olsun, kadın emekçilerin işten ve işyerinden kaynaklanan sağlık sorunları, meslek hastalıkları gibi bir konu devletin, hükümetin gündeminde değil. Varolan yasal düzenlemeler de zaten erkek emekçiler üzerinden yapılmış durumda. Kadınların yaşadıkları sorunlar, "kadın olmaktan kaynaklı sorunlar, rahatsızlıklar" olarak gösteriliyor, böyle cinsiyetçi bir algı ve mekanizma var. 

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin tespitlerine göre kadın işçi cinayetleri de devlet tarafından eksik açıklanıyor. Bunun nedenlerini İSİG Meclisi 2015 raporunda şöyle ifade etmişti: “SGK 2012 istatistiklerine baktığımızda ölen kadın işçi sayısı sadece 9’dur. Özellikle mevsimlik tarım işçileri SGK verilerinde yer almıyor. Buradan çıkan sonuç; en çok kadın işçilerin iş cinayeti bilgilerinin açığa çıkmadığı, kayıt dışı ve en güvencesiz çalışan işçiler oldukları, başka bir deyişle kadın emeğinin bilinçli olarak görünür kılınmadığı gerçekleridir.

Araştırmaların da gösterdiği gibi kadın işçilerin hemen hemen yarısı tarım sektöründe ve büyük çoğunluğu ücretsiz aile işçisi olarak çalışmaktadır. Son dönemde sermayenin ülke çapında ucuz emeğe duyduğu ihtiyaç, kadınları mevsimlik tarım işçiliğine ve ücretli-yevmiyeli işçiliğe yöneltmektedir. Kadın tarım işçileri ölümlü ve yaralanmalı iş kazalarına ve meslek hastalıklarına maruz kalıyor. Ancak bu konuda sağlıklı bir bilgi yok. Kadın mevsimlik tarım işçilerinin geçirdiği servis(!) kazaları en somut örnektir. Kadın işçilerin yüzde 15’i sanayi, yüzde 35’i de hizmetler sektöründe çalışıyor. Özellikle eğitim/ticaret, tekstil, belediye/genel işler, konaklama/eğlence, sağlık, gıda ve kimya sektörleri öne çıkıyor. Ücretli ve yevmiyeli çalışan kadın işçiler ayrıca ücretsiz aile işçiliği de yapıyor. Fabrika ve atölyelerde çalıştıkları gibi evlerde de çalışıyorlar. Örgü, triko işlemeciliği, kazaklara nakış, boncuk işleri, elektronik eşya montajı, ev temizliği (gündelikçilik); yaşlılara bakım gibi işler…Günde 12-14 saat saat çalışılan veya çalışma saati belli olmayan, sigortasız ve hiçbir sosyal hakkın bulunmadığı işlerde kadınlar birçok kazaya maruz kalıyor. Tekstil ve eğitim işçisi kadınların geçirdiği servis kazaları, cam temizlerken düşen kadınlar, gözlerin bozulmasından ellerin iğne darbeleriyle parçalanmasına ve çeşitli eklem hastalıklarına kadar…”

İSİG Meclisi’nin tespit edip açıkladığı iş cinayetleri içerisinde kadın emekçilerin oranına baktığımızda:

2012 yılında iş cinayetleri sonucu cinsiyeti öğrenilemeyen 9 işçi olmak üzere en az 878 işçi hayatını kaybetti: 808’i erkek, 61’i kadın.

2013 yılında; 1235 işçi iş cinayetinde yaşamını kaybetti:1132 erkek ve 103 kadın işçi... Bu da % 8,4 oranına tekabül ediyor. Ama tekrar altını çizelim. Bilmiyoruz. Aynı meslek hastalığı verileri gibi kadın emeği görünmez kılınmaya çalışılıyor.

2014 yılında iş cinayetlerinde en az 1886 işçi can verdi: 131'i kadı.

2015 yılında ise en az 1730 işçi hayatını kaybetti: 1610'u erkek, 120'si kadın.

Bu arada; 2015’in Ocak ayında gündeme gelen, komisyondan geçen ama TBMM Genel Kurulu’na gelmeyen “Ailenin ve Dinamik Nüfusun Korunması Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”nı irdelemiştik. Bu tasarıya göre ortaya çıkan tablo şuydu: Kadın işçiler, tamamen güvencesizleştirilmek isteniyordu. Bu güvencesizleştirme politikası ne demekti peki?

- Kadınlar annelik “görevi”nin belirlediği çizgilerle tanımlanacak.

- En az üç bazen beş denilen çocuk politikası ile ucuz işgücü sağlanacak ve kadınlar kendilerine biçilen anne görevi çerçevesinde esnek ve güvencesiz işlere itilecek.

- Doğum izni gerekçe gösterilerek tam ve güvenceli çalışma yerine yarı zamanlı çalışma yaygın ve yerleşik hale getirilecek.

- Kadın memurlara doğumdan sonraki 6 yıl boyunca kısmi zamanlı çalışma önerilecek.

- Özel kreşlere teşvik ile kreş hizmeti kamusal bir hizmet olmaktan çıkarılacak, piyasalaştırılacak.

- Kadın emeği özel istihdam büroları vasıtasıyla gerek gördükleri gün ve saatler içinde kiralanacak. Böylece kadınların da haftanın farklı günlerinde, farklı işyerlerinde, birbirinden farklı saatler ve ücretlerde köle gibi çalışma durumu yaygınlaşacak. 

Özetle kadınlar daha düşük ücretler alacak; vasıfsız işlere mahkum olacak; görevde yükselme, terfi ve sorumluluk gerektiren işlerde ayrımcılığa uğrayacak; emeklilik hayal olacak ve nitelikli işgücü içindeki kadınların işsizlik sorunu artacaktı. Bu politika kadınların sokaktaki tepkilerinin de basıncıyla 2015’te hayata geçirilememiştir... 

Ancak Ocak 2015’te Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından hazırlanan "Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Yasa Tasarısı" nda yer alan hususlar bu yıl yani 2016’da yine gündeme geldi. Doğum sonrası yarı zamanlı çalışmaya ilişkin düzenlemeler içeren torba yasa 28 Ocak’ta, özel istihdam büroları aracılığıyla geçici iş ilişkisinin (kiralık işçilik) kurulmasını öngören tasarı ise 24 Şubat’ta Meclis’te kabul edildi.

Tam da bu noktada İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Kadın Meclisi’nin ortaya koyduğu ve savunduğu taleplerin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor:

1. Toplumsal cinsiyetçi iş bölümüne son verilmelidir.

2. Kadın işlerinin ‘tehlikesiz ve basit’ olduğu ön yargısı yıkılmalıdır.

3. Yeniden üretim atölyelerine dönüşen evler ve iş yerleri sağlık ve güvenlik risklerine karşı güvenli hale getirilmelidir.

4. Gerek devlet tarafından gerekse emek ve meslek örgütleri tarafından oluşturulan işçi sağlığı ve iş güvenliği politikaları toplumsal cinsiyet açısından düzenlenmelidir.

5. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından, işyerlerinde ve evlerde kadınların ağırlıklı olarak çalıştığı işler ve bu işlerde çalışan kadınlarda rastlanan ortak sağlık sorunları ve riskleri rapor edilmeli ve kamuoyuyla düzenli olarak paylaşılmalıdır.

6. Kadınların çalışma alanlarındaki kimyasal, biyolojik, fiziksel, ergonomik vb. riskler saptanmalıdır.

7. İşyerinde kadına yönelik cinsel şiddet, taciz, cinsel sataşma tehlikesine karşı başvuru masası oluşturulmalıdır.

8. Emek ve meslek örgütleri kadın işçi sağlığı konusunda sektörlerine göre veri toplamalı ve raporlandırmalıdır.

9. Tüm çalışma alanlarında kadınların örgütlenmesi ve birleşik mücadelesi gereklidir.

10. Kadınların çifte mesainin yıpratıcılığı ve üstlerindeki aşırı iş yüküne bağlı fiziksel ve ruhsal zararlar toplamı birlikte ele alınarak, buna bir meslek hastalığı tanımı getirilmelidir.

11. Ücretli-ücretsiz kadın işçilere yıpranma payı / erken emeklilik uygulamaları getirilmelidir.

12. Ev ve bakım hizmetleri azami ölçüde kamusal alandan ücretsiz karşılanmalıdır.

Sonuç olarak;

Devlet eliyle dindarlaşma örgütleniyor. Özellikle  kamu kurumlarında ve eğitim sisteminde bu dindarlaşma yaygınlaştırılıyor. Toplumda yeni muhafazakârlık/gericilik dalgası koyulaşmış durumda. Kadın emeği her geçen gün değersizleştiriliyor ve kadınlar işsizliğe, yoksulluğa, güvencesizliğe daha çok mahkum ediliyor. Peki bu erkek egemen sermaye ve gericilik düzeninin kıskacından kadınlar nasıl kurtulabilir!? Kurtuluş son durağımızdır, öncesinde mücadele gemisinden inmemiz söz konusu olamaz. Kadını ikinci sınıf konuma iten dinsel pratiklerin tamamına karşı cephe alan bir devrimci siyaseti örmek, geliştirmek; bu verili ortam ve koşullarda  özgün özgürlükçü devrimci düşünceler doğrultusunda laikliği savunmak çok önem kazanmıştır.  Kadın özgürlük mücadelesi bakımından da kadını baskı altına alan her türlü mekanizmanın maddi temellerinin ortadan kaldırılmasından başka çare yok. Kadınlar olarak bizi ezen, sömüren, yok sayan erkek egemen, kapitalist, dinci gerici çarkın dişlilerine birer çakıl taşı olarak "saldırmak" ve çarkı işlemez hale getirmek hepimizin görevi olmalıdır. Özgürlüğümüz ve kurtuluşumuz kendi ellerimizdedir. UMUT BİZDEDİR.