Bir turizm işçisinin gözünden asgari ücret zammı
Turizm işçisi Cafer Yelsalı yeni yılda yüzde 14.2 artışla 1603 lira olan asgari ücreti yazdı.
03-01-2018 10:47

Cafer Yelsalı-Turizm işçisi
Asgari yeni bir yıla daha girdik. Öncelikle iyi bir yıl olmasını istiyoruz. Bu yıl daha cesur, daha inatçı bir mücadele sergilemeliyiz. Yeni yıla girmek için saat saydığımız günden önce, asgari yaşayanların hepsi yine saat sayıyordu. İşçiler adına Türk-İş, patronlar adına bakan ve TİSK toplantıdaydı.
Toplantı uzun sürdü. Bütün işçiler bekliyordu. Asgari ücret, emeğin bu ülkedeki taban fiyatıydı. Böyle bir tabir biraz kaba olmuş olabilir, fakat sanırım en rahat anlatan bu sözcüklerdir. Asgari ücret, emeğin taban fiyatıdır.
Peki taban fiyatı, gerekeni karşılıyor mu? Yani bir işçi için asgari ücret hayatın ne kadarını kapsamalı? Kirasını ödeyebilmeli, elektrik, su ve iletişim faturalarını ödeyebilmeli, mutfak ihtiyacını karşılamalı, çoğu iş yerinde servis olmadığı için şehir içi yol ücretini karşılayabilmeli, çocukların eğitim giderlerine yetebilmelidir. Kira fiyatlarını hesaplarken, ülkenin en ücra köşesindeki değil, İstanbul, Ankara ve İzmir gibi şehirler ele alınmalıdır.
Elektriğe daha yeni yıla girmeden, %8.8 oranında zam yapıldı. İletişimin ihtiyaç olduğu bir çağda iletişimi dahil etmemek olanaksızdır. Kendimize bakmak ve çalışmaya uzun devam edebilmek için, su ve mutfak masrafları elzemdir. Ulaşım zamları, dönüp dolaşıp şehir içine ne zaman gelecek beklemedeyiz. Çocukların eğitim giderleri çok olduğu için, o başlığı açamıyoruz bile…
Çünkü maalesef oraya sıra gelmiyor. Bütün bu ekonomik verilerin dışında iki başlık var. Birincisi, gerçekten işin asgarisi için ücret bu mudur? Örneğin iş kazaları ve ölümlerinin bedeli mi? Kolumuzu bir makineye kaptırdığımızda veya kaygan zeminde kayıp düştüğümüzde bu ücret bu tehlikeleri almaya değiyor mu? Hatta bir inşaattan düşüp hayatımızı kaybettiğimizde bu ücret ile yaşadık diyebiliyor muyuz?
Tabii ki hayır! En tehlikesiz işlerin bile basit kazalarla dolu olduğunu artık iş yerlerimizde zorunlu olarak öğretiyorlar, konusunda uzman arkadaşların bu meseleyle ilgili sayısız makalesi var. En minimum düzeyde mesleki deformasyona maruz kalmak, bunların kalıcı meslek hastalıklarına dönüşmesi işin asgari düzeyinde ise, asgari ücret bu kadarla kalmamalıdır.
Örneğin, eski tarihli Emre Gürcanlı’nın yazısında paylaştığı gibi örnekler var. (http://ilerihaber.org/yazar/mobbing-taciz-hakaret-dayak-alin-size-isci-sagligi-68260.html)
İşin asgari düzeyini tartışıyoruz. Sayın Gürcanlı’nın paylaştığı gibi örnekler halen devam etmektedir. İşin psikolojik ve fiziksel kalıntılarının da hesaplanması, ölüm riski taşıyan işlerin tazminatı dışında, asgari hesaplamalara dahil olması gerekmektedir.
İkinci başlık ise, mücadele ile ilgili… Asgari ücret tartışmalarına, sınıfı temsilen Türk-İş dahil olmuştu. İkiye bir… Türk-İş’in de hükümetten yana “yarım” oyu olduğunu hepimiz düşünüyoruz. Yani iki buçuğa karşı yarım oy… Türk-İş oraya en örgütlü konfederasyon olarak katıldı. Mevcut istatistiklerde 907.328 üye sayısı var. (En son Temmuz ayında yayınlanan bakanlık istatistiği, (https://www.csgb.gov.tr/media/5605/2017-temmuz-ay%C4%B1-%C4%B0statistigi.pdf)
Türkiye nüfusuna baktığımızda kayıtlı sigortalı çalışan sayısı, Eylül 2017 itibariyle, 28 milyon 797 bin kişi olarak yayınlandı.
(http://www.tuik.gov.tr/HbGetirHTML.do?id=24634)
Bu kadar sigortalı çalışan sayısı üzerinden, en örgütlü konfederasyonun 32’de 1 oranında örgütlü olduğunu görüyoruz. Sol konfederasyonların oranları ise çok daha vahim…
Mücadele pratiği olarak ve asgariyi belirlemek için yanlış bir aday önümüzde duruyor. Çoğu örgütlülüğünü mücadele ederek kazanmamış bir konfederasyonun, bizim hayatlarımızda ki asgaride söz sahibi olması çok kötü, yukarıda bahsettiğimiz gibi yarım oyu, sermayenin temsilcisi sayılan hükümetten yana olması ile işçilerin temsilcisi olamayacağı açıktır. Bura da asıl sorun örgütlü bir sol konfederasyonun olmayışıdır. Gücenmece olmasın, tek sol konfederasyon DİSK, aynı istatistiklerde 145.988 kişi olarak açıklandı. Amacım arada olan farkı değil örgütsüzlüğü göstermektir. Eğer asgari diyorsak, verili konfederasyonların asgari mücadele koşullarını taşımadıklarını görmeliyiz. Asgari düzeyde bir sınıf mücadelesi için bu başlıkları, asgari ücret başlığıyla tartışmaya başlamamız gerektiğini düşünmekteyim. Asgari ücretin, işçilere yetecek kadar olabilmesi, iş sağlığı ve güvenliğinin hesaplamalara dahil edilmesi ve bunu alabilecek seviyede örgütlü bir sol konfederasyona ihtiyacımız olduğu gerçeği durmaktadır. Asgari olarak, artık çocuklarımızı daha rahat okutabilmek için top yekun bir sınıf mücadelesine ihtiyacımız vardır.
İLGİLİ HABERLER
İsviçre reklamları ve gerçekler
İsviçre Parlamentosu gündemsizlik nedeniyle toplanamıyor. Ne muhteşem ülke! Peki gerçekten öyle mi? Bir mültecinin gözünden bakıldığında durum değişiyor. Parlamentonun gündemine giremeyen hayati sorunlar her yanı sarıyor.
05-04-2018 14:15

Özgül Toprak
“İsviçre Parlamentosu gündemsizlik yüzünden açılmadı.”
Bu tür haberler Avrupa’dan ziyade bizimki gibi ülkelerde çok daha fazla ilgi görüyor ve kulağa çok sevimli geldiği de kesin.
İsviçre 8 milyon nüfusa sahip ve bunun 2 milyonu yabancı, onların değimiyle “auslander”. Ve bu yabancı sayısının %80’i ise savaş, siyasi ve ekonomik sebeplerle bu ülkeye göçen veya sığınanlardan oluşuyor. Sığınmacı, ilticacı ve göçmenlerin vatandaşlık haklarına sahip olması için en az 12 yıl bu ülkede yaşamış olması gerekli. Tabi bu tek kriter değil, bunun yanında devletin sosyal destek olarak verdiği parayı almamış ya da geri ödemiş olmak; iflas etmemiş, icralık olmamış, bankaya borçlanmamış vs. olmak da diğer bazı şartlar arasında. Bütün bunlar tam olduğunda seçme, seçilme ve referandumda oy hakkına sahip oluyorsunuz ve elbette bu, burada yazıldığı kadar kolay bir süreç olmuyor.
Hal böyle olunca da geriye kalan 6 milyonun vicdanıyla baş başa kalıyorsunuz. Mülteci ve sığınmacılar için git gide zorlaşan entegre etme(me) çalışmaları, uzayan oturum süreçleri, beslenme, ikamet ve eğitim ödeneksizliği, özelde yerel yönetim ve mülteci kuruluşlarının mobingi, genelde ise yerli halkın ırkçı yaklaşımı esasta bir devlet politikası olduğu için parlamentoda gündem olamıyor.
Aksine, baskıyı artırıp daha caydırıcı olmak adına yeni kararlar alıp uygulamaya koyuyorlar. Vatandaşları ile yaptıkları referandumlarda ise cevabını yüzde yüz bildikleri soruları sorarak “demokrasi”yi uyguluyorlar(mış) gibi yapıyorlar. Onyıllar içinde aidiyetin, devletçiliğin ve milliyetçiliğin nakış nakış işlendiği bu toplumun vereceği her karar parlamentonun malumudur. Asgari ücretin artırılması için yapılan referanduma “hayır” cevabını veren İsviçre vatandaşları, asgari ücretle çalışanların büyük çoğunluğunun yabancılar olduğunu çok iyi biliyor elbette. Başka bir referandum ise planlanan bütçenin fazla veren kısmının halka dağıtılması ile ilgili ve yine hayır diyen vatandaşları hem milli bağlılığı gösterip hem de demokrasinin gereğini yerine getirerek, parlamentonun danışıklı politikasını boşa çıkarmamış oluyor. Ve yine bu vatandaşlar daha ileri giderek parlamentonun, savunma sanayisini geliştirmesi ve daha çok silah ve savaş teçhizatı üretip satması yönünde talepte bulunuyorlar. Halbuki “barış” içinde yaşıyorlar (en azından öyle diyorlar!). Askeri gücü nüfusa oranla az görünen bu ülkenin esasta askerlik yapmış her bireyinin terhis olmuş olsa bile asker kaldığı pek bilinmez. Çünkü hepsi silah ve teçhizatını alıp evine dönüyor ve hatta belli aralıklarla tekrar çağırılıp eğitim veriliyor. Yani anlayacağınız sağınız asker solunuz polis.
Evet kendi öz vatandaşı için ideal bir yönetim ve demokrasi anlayışı! Hatta 4 ayrı dil ve 26 kantonal yönetimiyle dünyanın bilmem kaçıncı harikası! Ama bir yerlerde kaçak var sanki! Reklamları geçtiğimizde intihar oranının Avrupa ortalamasına göre yüksek olan bir ülkeyle yüz yüze kalıyoruz. Hatta bireyci olan bir anlayışa tezat intiharlar bile var. Misal: İflas eden bir babanın önce eşi, çocuğu ve köpeğini öldürdükten sonra kendisini öldürmesi gibi! Tabi bunları kendi envanterinde gördüğü için de olabilir. Ve bunlar gerçekte olanların bildiğimiz küçük bir kısmı, çünkü hiçbir haber kanalında göremezsiniz bunları. Gerekçe “toplum psikolojisi”, esas mevzu ise “kol kırılır yen içinde kalır” politikası. Ve yine ülke genelinde en yoğun olan klinikler ise psikiyatri alanındadır. Hastalar için ayrıca birçok terapi tesisleri, oteller, dağ evleri ve hobi alanları bulunmaktadır. Sorunun esasına inmek ve onu değiştirmek istemedikleri için intihar sürecine getiren psikolojiyi de kontrol altına almak istiyorlar. Mülteci kamplarındaki intihar ve cinnet vakaları ise kriminal vaka sayıldığı için hiç ilgi görmüyor. Her kantonun her belediyesinin keyfi politikaları, antideprasanlarla yatıştırılamayan ve fiziki rahatsızlıklara dahi sebep olan sonuçlar doğuruyor. Rahatsızlıkları sebebiyle hastanelere giden mültecilere ise, çaresizliklerinden faydalanılarak rahatlıkla yeni ilaç için denek olma teklifi yapılabiliyor.
İsviçre, yer altı zenginlikleri “underground” bankalarından, yer üstü sanayisi ise kimya, ilaç, hizmet ve silah sanayisinden ibaret olan zengin bir ülke. Hemen her ülkenin, her büyük sermayedarın ve her diktatörün parasını “güvenli” bankalarında tuttukları için, dünya üzerindeki mevcut her savaş, saldırı ve katliamlara karşı bir yandan “tarafsız” görünmeye çalışırken diğer yandan, parlamentonun, silah satışı için belirlediği kotanın üzerindeki miktarı da Almanya üzerinden satarak mevcut yasa ve kararlarını da rahatlıkla yok sayabiliyorlar.
Ülke parlamentosu sosyal demokratlar, sağcılar, yeşiller, liberaller ve aşırı milliyetçilerden oluşuyor fakat muhalefetten ziyade az çelişki, bol işbirliği içinde sıralı bir yönetim söz konusu. Avrupa ülkeleri arasında sosyal devlet, özerk yönetim, dört dilli yayın ve yaşam politikası ile muhteşem bir görüntü veren bu ülke vahşi kapitalizmin ete kemiğe bürünmüş en iyi örneği ve güler yüzlü faşizmin öncüsü konumundadır. Bu yüzdendir ki, burada yaşayan yabancılar yaşadığı esas sorunu tespit edip müdahil olmaktan uzak, peynire koşan fare misali bu sistemin tekerini çevirip, yaşamsal olmayan korkulara mahkum ediliyor. Bu yüzdendir ki sosyal, siyasal ve ahlaki çürümenin en fazla yaşandığı kesim de yine bunlar oluyor.
Bu tabloda parlamento açılmıyorsa eğer, bizler bunu sevimli bulmuyoruz.
Paris Komünü’nün 147. yıl dönümü
Fransa’nın başkenti Paris’te 26 Mart ile 30 Mayıs 1871 tarihleri arasında seçilen Paris Komünü’nün bugün 147. yıl dönümü.
26-03-2018 14:00

(Bu yazı ceviriyoruz.org’dan alınmıştır)
Paris Komünü, 1871 yılında 26 Mart ile 30 Mayıs arasında gerçekleşen, başarıya ulaşmış ilk işçi devrimidir.
Louis Bonaparte döneminde 1871 tarihli Fransa-Prusya Savaşı’nda alınan yenilginin ardından, Almanlarla sürdürdükleri savaşı zor koşullar altında sonlandıran Ulusal Savunma Birliği, altı ay boyunca Alman birliklerinin kuşatmasına kahramanca direnen Paris’in işgaline göz yumdu.
Parisli işçiler Alman istilasına şiddetle yanıt verdi. Alman işgali altındaki bölgeyi sadece şehrin küçük bir köşesindeki birkaç parka sınırlayacak ve bu sınırları geçmemeleri için Alman askerlerini sıkı bir gözetim altında tutacak kadar cesur Paris işçileri Alman askerleriyle iş birliği yapmayı reddettiler. 18 Mart’a gelindiğinde Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet’in kurucularından ve ilk cumhurbaşkanlarından Louis Adolphe Thiers yönetimine geçen yeni hükumet, Alman hükumetinden izin alarak Parisli işçilerin Alman askerlerine karşı koymayacağından emin olmak ve şehirdeki askeri silahları toplatmak için ordusunu Paris’e yolladı. Parisliler olaysız bir şekilde silahlarından vazgeçmeyi reddetti, bunun sonucunda Fransız “Ulusal Savunma” hükumeti Paris şehrine savaş ilan etti. 26 Mart 1871 günü halkın desteği üzerine işçiler ve askerlerden oluşan bir şehir devleti, yani Paris Komünü, seçimle kuruldu. İşçilere Fransa’nın dört bir yanından çığ gibi yağan destek, hükumet tarafından hızlı ve acımasız şekilde bastırıldı. Buna rağmen hükumet için büyük bir tehdit teşkil eden Parisliler, ilk işçi hükumetini oluşturmaya başlıyordu:
“26 Mart tarihinde seçilen Paris Komünü, 28 Mart günü ilan edildi. O tarihe dek hükumeti elinde tutan Ulusal Savunma Merkez Komitesi, Paris’te çok tartışılan “Ahlak Polisi” oluşumunu yok eden bir kararın ardından istifasını verdi. 30 Mart günü zorunlu askerliği ve daimi orduyu kaldıran Komün, eli silah tutan tüm vatandaşların katılacağı Ulusal Muhafızların tek silahlı güç olacağını açıkladı. Bütün konutların kirasını 1870 senesinin Ekim ayından Nisan’a dek kaldırdı, hâlihazırda toplanmış kira vergilerini de bir sonraki kira dönemine aktardı; ayrıca şehirdeki tüm tefeci dükkânlarına verilmiş bütün malların satışını durdurdu. Aynı gün Komüne seçilen yabancı uyruklu vatandaşların onayı meclisten geçti. Bunun sebebi ise “Komünün bayrağının Dünya Cumhuriyeti’nin bayrağı” olmasıydı.
Nisan ayına gelindiğinde Komünün bütün çalışanlarının, dolayısıyla da üyelerinin alacağı maaşın 6,000 frankı geçmeyeceğine karar verildi. Komün, bu kararın hemen ardından Kiliseyi devletten ayıracağını ilan etti, ayrıca devletin yapacağı tüm dini amaçlı harcamaları iptal etti. Tüm kilise arsaları devlet malına dönüştürüldü; bunu takiben 8 Nisan tarihinde okullardan dini sembolleri, resimleri, öğretileri ve duaları çıkarma kararı aldılar, böylece okullardan “bireyin vicdanına yönelik” ne varsa kademe kademe hariç tutuldu. Aynı ayın beşinde Komün askerlerinin Versay birlikleri tarafından vurulmasına yanıt olarak esirlerin tutuklanması için bir karar çıkartıldı, ama hiç uygulanmadı. Ayın altısında muhafızların getirdiği giyotin toplum içinde yakıldığında, bayram havası oluştu. Ayın on ikisinde Komün, Vendôme Meydanı’ndaki 1809 Savaşı’ndan sonra Napoleon tarafından yakalanan bütün silahlardan dökülmüş Zafer Takı’nın şovenizmin ve ulusal nefrete tahrikin sembolü olduğundan yıkılması gerektiğine karar verdi. Bu karar, 16 Mayıs günü harekete geçirildi. Nisanın on altısında imalatçılar tarafından kapatılan fabrikaların istatiksel bir tablosunu isteyen Komün, önceden bu fabrikalarda çalışan işçilerle fabrikaların çalışmasını sürdürme planlarının çözümü için işçileri kooperatiflerde topladı ve sonrasında bu kooperatifler de büyük bir sendika altında birleştirdi. Ayın yirmisinde fırıncıların geceleri çalışmasını yasaklayan Komün, İkinci İmparatorluk döneminden beri tekelde polis adayları tarafından yürütülen işçi kayıt kartlarını da yasakladı çünkü birinci derece istismarcı olan bu kartlar Paris’in ayrıldığı yirmi idari bölgenin belediye başkanları tarafından yürütülüyordu. Komün, 30 Nisan günü tefecileri bu özel oluşumların işçiliği istismar ettiği ve işçilerin kullandıkları araçlara ve kâra olan hakkına ters düştüğü gerekçesiyle kapatma kararı aldı. Mayısın beşinde ise Kral 14. Louis’in idamını hatırlatması için dikilmiş olan Kefaret Şapeli’ni yıkma kararı verildi. (Fransa’da İç Savaş‘ın önsözü, Frederick Engels)”
Komün’ün seçilmesinin ardından üç aydan daha kısa bir sürede Paris, Fransa’nın toplayabileceği en güçlü ordu tarafından saldırıya uğradı. 30,000 silahsız işçi katledildi. Binlercesi Paris sokaklarında vuruldu. Sonrasında tutuklanan binlercesinin yanı sıra, 7,000 işçi Fransa’dan tamamen sürgün edildi.
"7 Nisan günü Paris’in batı tarafında Neuilly’deki Seine Nehri geçidini ele geçiren Versay birlikleri güneye de 11’inde saldırarak General Eudes tarafından ağır kayıplarla geri püskürtüldü. Paris, aynı şehrin Prusya tarafından bombalanmasını küfür olarak lekeleyen ordu tarafından defalarca bombalandı. Aynı ordu şimdi Prusya hükumetine Sedan ve Metz kentlerinde esir düşen Fransız askerlerini iade etmesi için yalvarıyordu, çünkü askerlerin Paris’i geri almasını umuyorlardı. Mayıs ayının başından itibaren birbiri ardına gelen esir birlikler, Versay ordusuna şüphesiz bir üstünlük sağladı. Versay’ın avantajlı durumu Thiers’ın 23 Nisan günü Komün’ün önerisiyle Paris Başpsikoposu Georges Darboy ile Paris’te esir alınan birçok rahibin iadesi için yapılan pazarlıklardan Blanqui adında iki defa Komün’e seçilen ancak Clairvaux’da esir düşen tek bir adam için vazgeçtiğinde dahi kendini belli etmeye başladı. Thiers’ın sözlerindeki değişim bile bir kanıttı; zira öncesinde oyalayıcı ve kaçamak bir tonla konuşan komutan şimdi küstah, tehditkâr ve acımasız olmuştu. Versay güçleri Moulin Saquet tabyalarını 3 Mayıs günü güney cephesine; 9 Mayıs’ta top ateşiyle yerle bir olan Issy Kalesine, ayın 14’ünde ise Vanves Kalesine yerleştirdi. Batı cephesinde adım adım ilerleyip duvar boyunca uzanan birçok köyü ve binayı ele geçiriyorlardı. 21 Nisan günü duvarın kendisine ulaştılar ve duvardaki muhafızların ihaneti veya ihmali sayesinde şehre zorla girmeyi başardılar. Kuzey ve doğu cephelerini ellerinde tutan Prusyalı askerler Versay birliklerinin ateşkes anlaşması gereğince onlara yasak olan şehrin kuzeyinden ilerlemesine olanak sağladı, birlikler böylece Parislilerin ateşkes sayesinde güvenli olduğunu sanıp güvenliği zayıf tuttuğu geniş bir alana saldırdılar. Bunun sonucunda Paris’in lüks batı yakasında zayıf düşen direnç, birlikler çalışan kesimin yaşadığı doğu yakasına ilerledikçe daha zorlu bir hal aldı.
Komünün son savunucuları, Belleville ve Menilmontant tepelerinde ancak sekiz günlük bir savaşın ardından teslim oldu; sonrasında savunmasız erkek, kadın ve çocukların katledildiği bütün hafta boyunca artarak süren çatışmalar doruğa ulaştı. Birliklerin kullandığı kuyruktan dolma silahlar artık yeterince hızlı ateş edemiyordu; bozguna uğratılan yüzlerce işçi mitralyöz ateşi ile vuruldu ve 30,000’nin üzerinde Paris vatandaşı katledildi. Son toplu katliamın gerçekleştirildiği Pere Lachese mezarlığındaki “Federallerin Duvarı” (diğer ismiyle Komün Üyeleri Duvarı) günümüzde hâlen iktidarın, çalışan kesimin haklarını aramaya cüret ettiği anda ne denli bir şiddetle cevap verebileceğinin sessiz fakat dokunaklı bir şahidi olarak durmaktadır. Katliamı izleyen toplu tutuklamalar, 38,000 işçiyi parmaklıklar ardına gönderdi; hepsinin idam edilmesi mümkün olmadığı için rastgele seçilen kurbanlar hücrelerinden çıkarılıp teker teker vuruldu. Geri kalan mahkûmlar ise askeri mahkemenin önüne çıkmak için büyük kamplara gönderildi. Paris’in kuzey kısmını tutan Prusyalı birliklere hiçbir kaçağın geçmesine izin vermeme emri verilmişti; askerler yine de bazen insanlıklarını dinleyip kaçaklara göz yumdular; Sakson kolorduları özellikle merhametli davranıp bariz biçimde Komün savaşçısı olan birçok işçinin kaçmasına izin verdi.
(Fransa’da İç Savaş‘ın önsözü, Frederick Engels)"
Soma Katliam Davası'nda adalet arayışı
Yaklaşık 4 yıl önce Türkiye tarihinin en büyük emekçi katliamı yaşandı. Hukuk mücadelesi ise tüm engellemelere, devlet-sermaye işbirliğine rağmen sürüyor.
26-03-2018 11:29

Avukat İhsan Can Akmarul
13 Mayıs 2014’te Manisa ilinin Soma ilçesinde Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük maden katliamı yaşandı. Katliamda 301 işçi hayatını kaybetmiş, yüzlerce işçi yaralanmıştı. Yaklaşık 4 yıl önce sermaye, devlet ve sendika işbirliği ile 301 madenci göz göre göre katledildi. Katliam ile ilgili adalet arayışı ise tüm engellemelere rağmen halen devam ediyor.
Başlatılan soruşturma kapsamında 8 kişi tutuklandı ve sekizi tutuklu toplam 45 kişi hakkında düzenlenen iddianame Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilerek 13 Nisan 2015 tarihinde ilk duruşması yapıldı. Davanın bugün (26 Mart 2018) 68. Celsesi görülüyor. Bugün yapılan duruşma öncesi katledilen işçilerin aileleri ve avukatlarının davanın unutturulmaya çalışıldığı ve davaya müdahale edildiği yönünde haklı kaygıları bulunmaktadır. Duyulan endişenin sebebini ve yargılamanın başından bugüne kadar gelen süreci yazarak anlatmaya çalışacağız.
'301 CAN GİTTİ, 485 CAN YARALI'
Katliam haberi medyaya yansıdığından itibaren kamuoyunun gözü kulağı Soma’ya döndü. Onlarca siyasi parti, sivil toplum örgütü ve yurttaşlar haberi alır almaz doğrudan Soma’ya yardım ve destek amaçlı akın etti. Katliam sırasında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olan Taner Yıldız arama ve kurtarma çalışmaları sonucu 17 Mayıs tarihinde yapmış olduğu basın açıklamasında 301 işçinin hayatını kaybettiğini, 485 işçinin madenden çıkartıldığını ifade etti.
Katliam göz göre göre meydana gelmişti. Madeni işleten Soma Kömür İşletmeleri A.Ş.’nin, madeni şirkete peşkeş çeken devletin ve patron yanlısı sendikanın yaptıklarının ve yapmadıklarının katliamın gerçekleşmesine neden olduğu gün yüzüne çıkmıştı. Haklı olarak Türkiye kamuoyunda katliama sebep olan kurumlara yoğun tepki gerçekleşti. Dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Soma ilçesine gelerek katliamı “fıtrat” ile açıklamaya çalışmış, Soma’da bulunan yurttaşlar da asıl suçluyu biliyoruz diyerek kendisini protesto etmişti. Ancak devlet kurumları ve şirket katliamın sorumluluğunu kabullenmedi ve yaşanan ölümleri kader ile açıklamaya çalışarak suçtan kurtulmaya çalıştı. 301 işçinin ölümü üzerine bir tane istifa ya da görevden alma dahi gerçekleşmedi. Tam tersine Recep Tayyip Erdoğan kendisini protesto eden yurttaşlardan birini tokatladı. Başbakanlık müşaviri Yusuf Yerkel, protestocu madencilerden birini kamuoyunun hafızasından çıkmayacak şekilde tekmeledi. Yardım ve destek amaçlı Soma’da bulunan avukatlar ve yurttaşlar keyfi şekilde gözaltına alınarak spor salonlarında tutuldu. Çağdaş Hukukçular Derneği genel başkanı Av. Selçuk Kozağaçlı’nın gözaltı sırasında kolu kırıldı.
Savcılık tarafından başlatılan soruşturma kapsamında Soma Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Can Gürkan, Genel Müdür Ramazan Doğru da içinde olmak üzere 8 kişi tutuklandı. Akhisar Cumhuriyet Başsavcılığı’nca hazırlanan iddianame 10 Kasım 2014 tarihinde Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunuldu. İddianameyi inceleyen Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi şekli eksikleri gerekçe göstererek iddianameyi savcılığa iade etti. İkinci kez gönderilen iddianame 2 Mart 2015 tarihinde mahkeme tarafından kabul edildi. 230 sayfalık iddianamede tutuklu sanıklar için olası kastla insan öldürme, bilinçli taksirle insan öldürme suçlarından cezalandırılmaları talep edildi. Katliam davasının ilk duruşması 13 Nisan 2015 tarihinde görüldü. Davaya işçilerin aileleri, avukatlar ve yurttaşlarca yoğun katılım gösterildi.
YARGILAMA DURMA NOKTASINA GELDİ
Ülke tarihinin duruşma yoğunluğu bakımından en uzun süren davalarından biri devam ediyor. Bugün 68. Celse gerçekleşecek. Katledilen işçilerin aileleri, onların vekilliğini yapan avukatlar başta olmak üzere toplumun adalet arayışı devam ediyor. Saatlerce süren duruşmalarda sanıkların, mağdurların, tanıkların ifadesi alındı. Madene girilerek olay yerinde keşif yapıldı. Büyük bir bilirkişi heyetince bilirkişi raporu hazırlandı ve katılan avukatları esas hakkındaki beyanlarını mahkemeye sundu. Şirketin asıl patronu Alp Gürkan hakkında iddianame düzenlenerek davaya müdahil edildi. Her ne kadar hiçbir bürokrat yargılanmıyor olsa da karar aşamasına kadar rayında devam ediyor diyebileceğimiz yargılama süreci 2016 Aralık ayından itibaren durma noktasına geldi.
Yapılan yargılamada tutuklu olarak bulunan Can Gürkan savcılığa katliamın FETÖ ve DHKP-C sabotajı nedeniyle yaşandığını ileri sürerek savcılığa suç duyurusunda bulundu. Bunun üzerine Manisa Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından sabotaj iddiasıyla soruşturma başlatıldı. Akıl almaz bu soruşturma süreci sebebiyle katliam davasının savcısı esas hakkındaki mütalaasını vermeyerek sürekli erteledi. Sabotaj iddiasıyla başlatılan soruşturma dosyası kısıtlılık kararı gerekçe gösterilerek mahkemeden dahi bugüne kadar gizlendi.
Bu süreçte davaya çeşitli şekillerde müdahale edildi. Yargılamanın başından bu yana bütün dosyayı bilen, bütün kovuşturma işlemlerini gerçekleştiren üç kişilik mahkeme heyeti değiştirildi. 2017 yılı Temmuz ayında yayınlanan HSK Yaz Kararnamesi’nde mahkeme başkanı Hâkim Aytaç Ballı ve Üye Hâkim Esra Dokur’un görev yerleri değiştirildi. Mahkemenin karar vermesi beklenirken bu büyüklükteki bir dosyanın hâkimlerinin görev yerinin değiştirilmesi büyük bir şaibe yaratmıştır.
İŞÇİLERİ SAVUNAN 18 AVUKAT TUTUKLANDI
Davayı başından beri takip eden Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi avukatlar 2017 Eylül ayından itibaren başlayan gözaltı ve tutuklamalara maruz kaldı. ÇHD Genel Başkanı Av. Selçuk Kozağaçlı ve 18 avukat tutuklandı. Davayı sürekli takip edip büyük emekleri olan avukatların tutuklanması da yapılan yargılamaya müdahale edildiğini gösteriyor.
9 Ocak 2018 tarihinde görülen son duruşmada katledilen işçi ailelerinin avukatları 1 yıl önce yapmış oldukları esas hakkındaki beyan ve iddialarını tekrarladı. İşçi aileleri iki gün süren duruşmalarda mahkemenin karar vermemesine ve adaletin gecikmesine tepki gösterdiler, adalet yerini bulana kadar davanın takipçisi olacağını ifade ettiler. Katılan avukatların baskılarıyla Mahkeme heyeti Manisa Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan sabotaj iddiası ile başlatılan soruşturma dosyasının gönderilmesini istedi.
Son olarak Manisa Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma dosyasını Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdi. Bugün başlayan duruşma ile savcılığın mütalaa vermesi ile sanıkların esas hakkında savunmalarını yaparak önümüzdeki süreçte karar verilmesi bekleniliyor.
Yukarıda anlattığımız üzere her ne kadar davaya müdahale de edilse, dava unutturulmaya da çalışılsa da katledilen işçilerin aileleri ve avukatları davaya sahip çıkmaya çağırıyor. Bu davaya sahip çıkıldığı sürece suçlular cezalandırılabilecektir.
Ailelerin, avukatların adalet arayışı sürüyor. Soma’nın hesabı sorulana dek adalet arayışı sürecektir.
Paris Komünü: 72 günlük özgürlük ve bir öncü devrim
Öyle ya da böyle Paris Komünü insanlık tarihine ışık tutan çok büyük bir iktidar deneyimiydi.
18-03-2018 01:10

Kemal Güllü
Tarihin önemli uğrakları üzerine, özellikle yıldönümlerinde çok fazla şey yazılır, söylenir. Ancak kimi olaylar vardır ki, bunlar yalnızca birer ‘anma’ ya da tarihsel bir değerlendirmeden daha fazlasını hak eder. Paris Komünü de böyledir, zira üzerine eğildiğimiz konu adlı adınca insanlık tarihinin ilk proleter yönetim deneyimidir. Komün'ün Paris özelinde lokal bir kapsamı olması bu gerçeği değiştirmiyor. Dolayısıyla Komün, herhangi bir ‘yıldönümü yazısı'ndan daha fazla değerlendirmeyi hak ediyor.
Parisli emekçileri bu eşsiz deneyime götüren nedenlerin başında kuşkusuz ağır çalışma koşulları, 3. Napolyon’un başlattığı Prusya savaşının bozgunla sonuçlanması, işgal sonrası baş gösteren yiyecek sıkıntısı ve zaten var olan genel hoşnutsuzluk hali başı çeker. 3. Napolyon’un Prusya’ya savaş açmasının tek nedeni kaybettiği otoritesini yeniden kazanmak değildi şüphesiz. Olası Alman ulusal birliğinin önüne geçmek ve Ren Nehri'nin batısındaki topraklarından ganimet elde etmek de bu iktidarının sonuna gelen İmparator Bonaparte'ın savaştan beklentileriydi. Ancak beklediği gibi olmadı. Savaşın seyri hızlıca Prusya lehine döndü ve Napolyon kılıcını 3. Wilhelm’e teslim etmek zorunda kaldı.
Fransa’nın Prusya’ya savaş açması ve çok ağır koşullarda bir ateşkesle sonuçlanacak bir yenilgi yaşaması, özellikle Paris’te kızgınlıkla karşılandı. Fransız Savunma Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı Jules Favre’nin Bismarck’la imzaladığı ateşkesin koşulları Paris yoksullarını daha da öfkelendirmişti. Çünkü bu anlaşma, tam olarak Paris’in esareti anlamına geliyordu. Anlaşmaya göre 12 bin kişilik tümen dışında tüm Paris ordusu teslim olacaktı. Kalelere Prusya askerleri yerleşecek, 200 milyonluk bir savaş tazminatı ödenecek, ayrıca sekiz gün içinde yeni bir Ulusal Meclis seçilecekti. Marx, Paris Komünü’nü ve 3. Napolyon’un çöküşünü ustalıkla incelediği Fransa’da İç Savaş’ta, yeni seçilecek ulusal meclis için şu değerlendirmeyi yaptı: “Öte yandan bu anlaşma, onların şimdi Prusya’nın yardımıyla, cumhuriyete ve Paris’e karşı girişecekleri iç savaşı da başlatıyordu. Tuzak, teslim koşullarının ta içinde kurulmuş bulunuyordu. O sırada toprakların üçte birinden çoğu düşmanın elindeydi; başkentin illerle bağlantısı kesilmiş, bütün ilişkiler kopartılmıştı. Bu koşullar içinde Fransa’yı gerçekten temsil edebilecek kişiler seçmek, hazırlıklar için gerekli zaman verilmedikçe olanaksızdı. Teslim anlaşmasında bir Ulusal Meclis’in sekiz gün içinde seçilmesi, işte bu nedenle yer aldı.”
1870 yılında Paris nüfusu yaklaşık iki milyondu ve bunun dörtte birini işçiler oluşturuyordu. 1848 devrimlerden beri süregelen bir grevler dalgası vardı. Bu, Parisli işçilerin bir direniş geleneği olduğunu göstermesi açısından önemli.
8 Şubat 1871’de seçimler yapıldı ve yeni Ulusal Meclis kuruldu. Seçilen 750 milletvekilinin 400’ü krallık taraftarıydı ve teslim koşullarına derhal uyulmasını istiyorlardı. 17 Mart gecesi anlaşma gereğince Paris’in silahsızlandırılması ve Ulusal Muhafızların elindeki topların alınması için müdahale başladı. İşçiler bu müdahaleye çok sert tepki gösterdiler. 18 Mart 1871'de Paris'te yönetime el koyarak Ulusal Meclise karşı kendi aralarında bir komite kurdular ve adına ‘Ulusal Muhafız Merkez Komitesi’ dediler. Komite'nin ilk kararı Ulusal Meclis’in Almanlara teslim etmeyi kararlaştırdığı topların işçi mahallelerine taşınması oldu. Topları vermeyecek ve silahlanarak Paris’i koruyacaklardı. Üstelik onlara, yeni meclisin aldığı karar uyarınca Paris’i silahsızlandırmak için müdahale eden askerlerin bir kısmı da katıldı. Bu beklenmedik direniş karşısında hükümet, geri kalan askerlerle birlikte Versay’a kaçtı ve aynı gün yönetim tamamen ulusal muhafızların ve 28 Mart’ta ise işçilerin oluşturduğu Merkez Komitesi’nin eline geçti. Böylece 72 gün sürecek Komün de başlamış oldu.
Dönemin komünistlerinin ağırlık oluşturamadığı, daha çok Proudhoncuların ve Blankistlerin yer aldığı Merkez Komitesi’nin, yani Komün'ün temsilcilerinin ilk icraatı imparatorluk bürokrasisini tümüyle tasfiye etmek oldu. Yeni karar uyarınca tüm görevlendirmeler seçim yoluyla yapılacak ve seçmenler seçtikleri kişiyi her an görevden uzaklaştırabileceklerdi. Komün dağılmış olan ordunun yerine kendi ordusunu da kurmadı, bunun yerine silahlı güç, artık yalnız gönüllü halk milislerinin elinde bulunacaktı. Seçilecek yeni görevlilerin maaşları da işçi ücretleri ile eşitlendi ve birden fazla iş yapmaları yasaklandı. Tüm siyasi suçlular için af kararı çıkarıldı ve basın özgürlüğü ilan edildi, harp divanı kaldırıldı. Komün yönetiminin içinde hiç politikacı yoktu ve bir seçim kararı alıp tüm yetkilerini yeni seçilen komün meclisine devretti. Meclis 85 üyeliydi ve bunlardan 21’i burjuva, 30’dan fazlası işçi temsilcisiydi. Meclis her 20 bin kişiye bir temsilci şeklinde kurulmuştu. Geri kalanlar ise gazeteci, sanatçı, aydın ve doktorlardan oluşuyordu.
KOMÜN GÜNLERİ VE YENİLGİSİ
Paris Komünü 72 gün gibi kısa bir süre yaşamış olsa da, işçi sınıfının iktidar mücadelesi için büyük bir tarihsel deneyim bıraktı. Marx, Komün için ‘gelecek toplumun işaret fişeği’ tanımlamasını yapmış, Lenin ise, Ekim Devrimi’nin Paris Komünü’nün açtığı yoldan yürüdüğünü vurgulamıştır.
Komünün ‘doğrudan demokrasisi’ burjuva temsili demokrasiden tümüyle ayrılmıştır, çünkü bu bütün yurttaşların taleplerini ve ihtiyaçlarını karşılamasına olanak tanıyordu. Her kademedeki yöneticinin seçimle işbaşına gelmesi, gerektiğinde bir sonraki seçimi beklemeden görevden alınabilmeleri, kendilerini seçenlere karşı sorumlu olmaları gibi özellikleriyle Paris Komünü, daha önceki bütün demokrasi deneyimlerinden ayrılmış ve onları aşmıştır.
Komün öncelikle zorunlu askerliği kaldırdı ve silah kullanabilecek durumda olan herkesin ulusal muhafızların bir parçası olduğunu ilan etti. Eğitimi laikleştirdi ve çocuklara okul malzemeleri dağıttı. Savaşta ölen askerlerin eşleri ve çocuklarına aylık bağlandı. Ayrıca insanların vahşice katledildiği giyotin yasaklandı ve mevcut giyotinler yakıldı. Kiralar düşürüldü ve boş evlere evsizler yerleştirildi. Para karşılığı eşyaların bırakıldığı rehinci dükkânları kapatıldı ve eşyalar sahiplerine iade edildi. Zorunlu olmadıkça gece çalışmak yasaklandı.
Komünün aldığı en önemli kararlardan biri de Prusya ordularının saldırısı karşısında Paris’i terk ederek kaçan sahiplerinin kapattığı tüm fabrikaları ve iş yerlerini, üretime yeniden başlatmak üzere işçi kooperatiflerine devretmesidir.
Paris Komünü’nün yalnızca 72 gün yaşayabilmiş olması büyük ölçüde komünarların gereğinden fazla ‘iyi niyet’ göstermesinden kaynaklanır. Yönetimi ele geçirmelerinin hemen ardından karşı devrimcilerin kaçtığı ve herhangi bir gücü bulunmayan Versailles’a hiçbir saldırı yapılmaması buradaki karşı devrimcilerin güç biriktirmelerine ve sonunda taarruza geçmelerine neden oldu. Lenin de Komün Dersleri’nde bu konuya eğilmiş ve şöyle yazmış: ‘’Ne var ki; Paris Kömünü, mülksüzleştiricilerin mülksüzleştirilmesi işinin tamamlanmasında yarı yolda durdu ve düşmanlarına karşı gereğinden çok gönül yüceliği, gereğinden çok bağışlayıcılık gösterdi. Askeri hazırlıktaki yetersizlikler ve Fransa Ulusal Bankası’na el konulmaması bu hatanın tipik örnekleriydi...”
Komünarlar kenti 500 barikatın arkasına saklamıştı. Ancak bu barikatların ve gönüllü milislerin düzenli bir orduya karşı elbette pek şansı yoktu. Fransızlarla işbirliğine giden işgalci Alman şansölyesi Bismarck savaş sırasında esir ettiği 130 bin Fransız askerini komüne karşı savaşmak üzere salıverdi ve bu askerler Paris’e saldırmak üzere konuşlandırıldı. 20-28 Mayıs arası Paris barikatlarında göğüs göğüse şiddetli çarpışmalar yaşandı ancak öncesinde ciddi bir askeri hazırlığa girişmediklerinden ve ‘içeriye’ daha fazla odaklandıklarından karşı devrimcilerin saldırıları karşısında bu barikatlar bir bir düşmeye başladı. Rüzgar tersine dönüyordu. 28 Mayıs 1871 günü, komünün son savaşçıları Belleville yamaçları üzerinde yenildiler. Esir düşen binlerce komünar öldürülmeyi bekliyordu. Alelacele idam mangaları kuruldu ve komünarlar hızla kurşuna dizilmeye başlandı. Kıyım çok büyüktü, katledilenlerin sayısı on binlerle ifade ediliyordu. Çocuk ve kadınların büyük bir kısmı Versailles hapishanelerine ve binlerce kişi de Pasifik’teki adalara sürgüne gönderildi. Sonraki 5 yıl boyunca Paris sıkıyönetimle yönetildi.
MARX’IN KOMÜNE YAKLAŞIMI
Marx ‘Fransa’da İç Savaş’ta Komünü Versailles’a karşı derhal saldırı başlatmamasından ve iç savaş koşullarında yapılmaması gereken ‘fazla insancıl’ tutumundan dolayı eleştirir. Ayrıca Merkez Komite’yi, yani o zamanki Ulusal Muhafız Temsilcileri Konseyi’ni de seçilmiş Komüne yerini çok çabuk terk etmesinden dolayı suçlamaktadır. Haklıdır da, zira Versailles henüz gücünü toplamamışken düşürülebilseydi, şüphesiz komün daha uzun yaşayacak, belki başka boyutlara evrilebilecekti.
Ancak tüm hatalarına rağmen Komün elbette Marx için de sahiplenilmesi gereken çok önemli ve değerli bir kazanımdı. Marx Nisan 1871’de, yani Komün’ün hareketli günlerinde 1. Enternasyonale bir mektup yazar ve şöyle der, “Tarih bu büyüklükte bir örneğe sahip olmadı. Paris’teki mücadele ile birlikte işçi sınıfının kapitalist sınıfa karşı verdiği mücadele ve onun devleti artık yeni bir aşamaya girdi.” Engels’in de Komün için ‘proletarya diktatörlüğü’ tanımını yaptığı biliniyor. 1848 yılında birlikte yazdıkları Komünist Manifesto’nun 1872 tarihli baskısına da konuyla ilgili bir önsöz eklemeyi ihmal etmediler ve şu değerlendirmeyi yaptılar: “Komün ile birlikte kanıtlanmış olan en önemli gerçek, işçi sınıfının basit anlamıyla geçmişten hazır olarak aldığı devlet makinesini ele geçirmek ve kendi amaçları için kullanmakla yetinemeyeceğidir.”
Öyle ya da böyle Paris Komünü insanlık tarihine ışık tutan çok büyük bir iktidar deneyimiydi. Komün 147 yıl sonra bile dünyanın birçok yerinde bulunmayan ilerici ve devrimci adımları Avrupa’nın başkentinde atmış, sonunda yenilmiş olsa da her dönemin devrimcilerine büyük bir miras ve mücadele geleneği bıraktı.
‘’71 gün özgür yaşadım, artık ölüm umurumda değil’’
(Federeler Duvarının önünde kurşuna dizilen bir komünarın kurşunlar vücuduna saplanmadan hemen önce haykırdığı cümle…)
Bilimin parlak yıldızı: Stephen Hawking
Stephen Hawking’in mücadele ve bilimsel başarılarla dolu yaşamı, onu çağımızın en büyük dehası olarak anılmasıyla onurlandırdı.
15-03-2018 06:49

Haydar Şahin
Çağımızın en büyük dehası olarak anılan Stephen Hawking hayata gözlerini yumdu. Büyük fizikçi Galileo Gelilei’nin tam 300. ölüm yıl dönümü olan 8 Ocak 1942 tarihinde İngiltere’nin Oxford kentinde doğan Hawking, Albert Einstein’ın doğum günü olan 14 Mart tarihinde de hayata veda etti. Burada adlarını andığımız her üç fizikçi de kendi çağlarının en büyük dehaları olarak anılmakla birlikte her biri kendinden sonraki bilimi şekillendirecek büyük teorilerin kurucuları oldular.
Birçok bilim insanına göre, fahri olarak günümüzde yaşayan en büyük fizikçi unvanıyla onurlandırılan Hawking’in doğum ve ölüm gününün bu ilginç tarih uyumu aynı zamanda bu üç bilim insanının tekrar hafızalarda güçlü bir şekilde anılmasını sağladı.
Bu yazı kapsamında deha kavramının kullanımına dair bir noktaya değinerek devam edecek olursak; kuşkusuz beyin faaliyetinin yoğun olduğu kimi uğraşlarda beyin aktivitesinin güçlü olması çeşitli kolaylıklar sağlamakla birlikte doğru bir kıstas olmadığını baştan belirtelim. IQ gibi kimi kıstaslar deha nitelendirmesi için tek başına doğru bir ölçüt olamaz. Deha gibi bir nitelendirme yapacaksak üretilen fikrin dönüştürücü gücü en başta göz önüne alınarak yapılmalıdır. Bu çerçeve de bu yazdığımız isimlerin her birinin tartışmasız bir şekilde bilim dünyasında devrim yaratacak teorileri kurdukları düşünülecek olursa deha olarak adlandırılmasında bir sakınca kalmayacaktır.
Doğduğu şehir olan Oxford’da bulunan Oxford Üniversitesi Fizik Bölümü’nde üniversite temel eğitimini aldıktan sonra Cambridge Üniversitesi’nde doktora eğitimine devam etti. Burada eğitimine devam ederken, 21 yaşında tedavisi mümkün olmayan ALS olarak anılan motor nöron hastalığına yakalandığını öğrendi. Kuşkusuz hastalığı hayatını her açıdan oldukça kısıtlamasına rağmen yılmadan araştırmalarını sürdürdü. 1985 yılında, temel vücut fonksiyonlarının yanında sesini de kaybetmesinden sonra şu güne kadar tüm iletişimini kendisi için tasarlanan bilgisayarlı tekerlekli sandalye sayesinde sürdürebildi.
Geçtiğimiz yıllarda LIGO deneyinde elde edilen sonuçlar sayesinde artık varlıklarına dair kuşku duymadığımız kara deliklerin keşfi çok eskilere dayanıyor. 18. yüzyılda ışıma yapmayan yıldızların olabileceğine dair kimi düşünceler dile getirilmiş olsa da bilimsel olarak kara deliklerin varlığını ortaya koyan matematiksel çözümler için Einstein’a kadar beklemek gerekecekti. Einstein 1915 yılında Genel Görelilik Kuramı (GGK) kapsamında öngördüğü uzay zaman yapısının matematiksel modelini sunduğunda büyük bir etki yaratmıştı. Bu kuram temelde kütlenin uzay-zaman örüntüsünü büktüğü fikrine dayanıyordu. Bu fikre göre Dünya, Güneş ya da çok daha yüksek kütleye gök cisimleri uzay-zaman örüntüsünü bükmeliydi. Einstein’ın Genel Görelilik Kuramı’nı yayınlamasından hemen bir yıl sonra Schwarzschild isimli bir fizikçi yıldızlar gibi küresel cisimler için Einstein matematiğini kullanarak çeşitli çözümler yaptı. Bu çözümler kara delik gibi “gizemli” gök cisimlerinin varlığını işaret eden, o döneme göre ilginç sonuçlar ortaya koysa da gerçek anlamda ifade ettiği şeylerin anlaşılması için 1960’lı yıllara kadar beklemek gerekecekti.
Bu sürece kadar elbette birçok bilim insanının çeşitli şekillerde bu çözümlere katkısı oldu. Aynı yıllarda kuantum fiziğindeki yapılan yeni keşifler sayesinde yıldızların doğumları, yaşamları ve ölümlerine kadar çeşitli teoriler geliştirilebildi. Burada en önemli nokta ise bu tür çözümleri yapabilmek için yıldızlar gibi dev cisimlerin fiziğini açıklayan Genel Görelilik Kuramı ile atom dünyasının davranışlarını ortaya koyan kuantum fiziğinin kabullerini birlikte kullanmak gerektiğidir. Bu ise aslında bu iki farklı dünyalara hitap eden kuramların birleştirilmesi gerekliliğini hissettiren ve bütün bu süreçleri tek bir kuram çatısı altında açıklamalar bütünlüğünü sağlaması gerektiği anlamına geliyordu. Yani Hawking’e göre: 'Her şeyin teorisi!'
Hawking Cambridge Üniversitesi’nde kozmoloji üzerine çalışmalarını yürütürken doktora tezini evrenin genişlemesine dayanarak elde ettiği sonuçlar üzerine yazdı. O vakte kadar matematiksel olarak varlıkları çok muhtemel olan kara deliklerin, ışığın bile kaçamayacak kadar güçlü kütle çekimine sahip olmasından dolayı saptanamayacağına dair bir kanı vardı. Hawking tezinde ise bu probleme bir çözüm sağlıyor ve kara deliklerin, şu an Hawking Işıması olarak adlandırdığımız bir mekanizma ile tespit edilebileceğini ortaya koyuyordu. Bu aynı zamanda genişleyen bir evrende kara delikler gibi tekilliklerin kaçınılmaz olarak olması gerekliliğini zorunlu hale getiriyordu. Bu fikir, tersine eğer kara delik gibi tekilliklerin varlığı ortaya konulursa genişleyen bir evrende yaşadığımızın da başka bir kanıtını sunmuş oluyordu. Yine bu kuram çerçevesinde galaksilerin nasıl oluştuğuna dair yeni fikirler elde etmiş olduk. Daha genel olarak sonraki yıllarda, gerek tek başına gerek Roger Penrose, Steven Weinberg, Gary Gibbons, Kip Thorne gibi oldukça saygın fizikçilerle ortak yayınladığı onlarca bilimsel makale kozmolojiye yeni bir kavrayış getirdi.
Hawking’in 1966 yılında yayınlanan doktora tezini evrenin işleyişine dair gelişkin bir açıklamalar bütünlüğü sağladığından dolayı çok büyük bir ilgi yarattı ve devamında bilim dünyasında saygın bir yer edinmesiyle birlikte birçok ödül kazandı. Doktora tezinin kuantum fiziğinin ve GGK esaslarına dayanması onu sonraki yıllarda bu iki kuramı tek bir çatı altında birleştirmeye yönelik olan “Her Şeyin Teorisi” üzerine çalışmaya itecekti. Ancak ne yazık ki o günden beri üzerinde çalıştığı bu kuram hala oluşturulamadı.
Bu kuram üzerine elbette sadece Hawking değil şu an hala yüzlerce fizikçi durmaksızın çalışıyor. Belki yanlış bir arayıştayız, bunu şimdiden söylemek mümkün değil ancak eğer doğru yoldaysak günün birinde bu kuramı elde edeceğimize dair kuşku yok. O gün geldiğinde ise bu kuram bir isimle anılacaksa şüphesiz bu isim Stephen Hawking olacaktır.
Bunun tek gerekçesi Hawking’in yalnızca başarılı bir bilim insanı olmasından değil, aynı zamanda sahip olduğu bedensel engele rağmen neler başarabileceğinin somut bir örneğini göstermesinden dolayıdır. Elbette sahip olduğu olanaklar olmaksızın yol alması mümkün olmazdı ancak bu olanakları yaratan şeyin sahip olduğu düşünsel güç olduğu unutmamalı.
Ölüm günün aynı zamanda Einstein’ın doğum, Galileo’nun ise ölüm gününe denk geldiğini söylemiştik. Bu iki isim her ne kadar salt bilim insanı yönleri ile anılmak istense de her ikisinin de güçlü bir mücadeleci kimliği olduğu es geçilmemeli, tıpkı Hawking gibi. Einstein’ın "Sadece barışçı değil, militan bir barışçıyım. Barış için savaşmaya hazırım" sözünü, ya da Galileo’nun Engizisyon tarafından yakılma ihtimaline karşı gerçekleri hayatının sonuna kadar savunmuş olduğunu unutmadığımız gibi Hawking’in de ABD’nin Vietnam işgaline karşı durduğunu ya da 2013’te İsrail’in Filistin işgaline tepki olarak davetli olduğu konferansı boykot ettiğini unutmayacağız. Sadece unutmamak değil bilim insanı olmanın aynı zamanda yaşadığımız toplumsallıktan kopuk bir mecra olmadığını, tıpkı onlar gibi göstermeye çalışacağız.
Kuşkusuz bu isimler yaşadıkları dönemin koşullarından bağımsız değerlendirilemez. Bu açıdan Hawking’in belki teknoloji ya da basılı yayın olanaklarının daha gelişkin olmasından dolayı daha avantajlı olduğunu söyleyebiliriz. Hawking bilim dünyasına büyük katkılar yaptığı gibi, 15 kadar kitap yazarak, sayısız demeç vererek, onlarca belgeselde anlatıcı olarak bilimin halka taşınmasında da büyük bir görev üstlendi. Ona sık sık gazetelere verdiği çeşitli demeçlerle rastladığımız gibi “anlaşılmaz” gibi görünen konuları gayet açıklayıcı bir dille anlattığı kitaplarıyla da tanıdık.
Bütün bir hayatına baktığımızda, sıkı bir mücadeleci, zeki bir bilimci ve başarılı bir anlatıcı olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Bütün bir hayatı, her birimizin birçok ders çıkaracağı, belki daha önemlisi örnek olacak şekilde yaşayarak 76 yaşında veda etti.
Bir 'çukur' olarak emekçi mahalleleri
Son dönemin popüler dizisini bir emekçi mahallesinin gözünden inceleyelim. Emekçi mahallelerin gerçekten 'İdris Baba'lara mı ihtiyacı var?
09-03-2018 20:15

İlyas Torlak
Konumuz son dönemde ciddi bir izleyici kitlesi tarafından takip edilen “Çukur” dizisi. Elbette popüler kültürün bir parçası deyip kesip atmak mümkün; biz öyle yapmayacağız. Dizinin bizlerin emekçi mahalleleri diye andığımız, dışarıdan “varoş”; sakinleri tarafından “semt” diye anılan mekânlarda yaşayan gençler tarafından bu denli ilgi görmesi birçok açıdan değerlendirmeyi hak ediyor. Burada dizinin gerçekten emekçi mahallelerindeki gerçekliği aktarıp aktarmadığını ve diziye yönelen yoğun ilginin bu mahallelerdeki gençliğin dünyasına dair verdiği ipuçlarını inceleyeceğiz. Elbette hedefimiz kimsenin dizi keyfine turp sıkmak değil.
NEREDEN ÇIKTI BU 'ÇUKUR'
Dizi piyasası görüldüğü kadarıyla her toplumsal ve sınıfsal kesime yönelik ürünler çıkarmaya çalışıyor. Örnek olsun; son dönemde “bordo bereliler”, “özel harekât” vs. unsurları konu edinen birçok dizi var. Bunların da kendi içerisinde “ tam boy milliyetçi-İslamcı ” konu –söylemlere sahip ve “hafif Kemalizan” içerikte olanlar gibi çeşitleri bulunuyor. Ülkedeki atmosferi de gözeten dizi yapımcıları böylelikle her tür izleyici kitlesinin beklentilerine hitap etmiş oluyor.
Yapımcıların “Çukur” dizisine yönelmesinin altında da internet üzerinden yayınlanan “01 Adana” dizisinin başarısı yatıyor. Dizinin her bölümü milyonlar tarafından izleniyor. Bunu gören dizi yapımcıları “suç ve cezanın” kol gezdiği mahallelerde yaşayan yoksul milyonların kendi yaşamlarına dair dizileri de izlemekten keyif alabildiklerini keşfetmiş olsa gerek. Köşklerde geçen gelin-kaynana, görümce-elti gerilimlerini konu edinen, emekçilerin hizmetçi, bahçıvan ve şoför olarak köşkün mutfağında dedikodu yapan karakterler olarak resmedildiği diziler yerine kendi mahallesine benzeyen bir yerde geçen dizileri tercih etmeye başlıyor yoksul mahalle sakinleri.
ANLATILAN BİZİM HİKAYEMİZ Mİ?
Ancak “Çukur’un” bizim hikâyemizi anlattığına şüpheyle yaklaşmalıyız. Dizinin merkezinde olan “Koçova” ailesi, “Çukur’un” hakimi. Mahallenin içinde geniş bir arazi üzerine kurulu bir tür köşkte oturuyor. Tıpkı diğer dizilerde geliniyle sorun yaşayan hanım ağalar gibi hizmetçilere sahip. Hizmetçilerin hanımına anne demesi kurulan ilişki biçimini değiştirmiyor. Aile silah ticareti, haraç vs. işlerde istihdam ettiği adamlarına ödeme yapmak dışında bir maddi güçlük yaşamıyor. Yani “Koçovalılar” bildiğiniz zengin, varlıklı bir aile. Yani bizim; emekçilerin dünyasından değil aslında, oradan çıkarak mayfa örgütlenmesinin üst basamaklarına tırmanmayı “başarmış” kişiler. Fakir-fukaraya kol kanat gerişleri bu gerçeği değiştirmiyor; aksine daha can sıkıcı hale getiriyor: Yoksul emekçileri başlarında bir “İdris Baba” olmadan ne yapacağını bilemez, büyük kentin debdebesinde ezilip gidecek birer zavallı gibi gösteriyor. Elbette gerçek bu değil: Biz uzak sayılamayacak bir geçmişte emekçi mahallerinin ayağa kalktığında bütün kenti sarsabildiğine şahitlik etmiş bir ülkeyiz. Başlarında “Babalar” olmadan kendi örgütlülükleri ve iradeleriyle yaptılar bunu.
Öte taraftan dizide çizilen “uyuşturucuyu mahallesine sokmayan mayfa” karakterinin gerçek hayatta karşılığı da bulunmuyor. Maalesef istinasız her emekçi mahallesine uyuşturucu şu veya bu düzeyde giriyor. Üstelik “mafya” tarafından ya da “mafyanın” korunmasında sokuluyor. Bu durum emekçi mahallerindeki gençliğin en büyük sorunu. Emekçi mahallerindeki uyuşturucu ile mücadele eden devrimcilerin önemli bölümü tutuklanıp, bu mahallerdeki sol kurumlar kapatıldığından beri daha büyük bir sorun haline geldiği görülüyor. Bu mahalleleri günlerce abluka altına alıp, terör estiren polisin amaçlarından birinin de bu olduğu anlaşılıyor. Neyse ki geçmişten günümüze sol bir kültürü olan mahallelerde gençliğin bu konudaki duyarlılığı sürüyor.
BİR MODEL OLARAK YAMAÇ VE VARTOLU
Biraz da dizinin ana karakterleri üzerinde duracağız. Biri sıra dışı; kültürlü, tarz sahibi diğeri alışılagelen tarzda şiveli, küfürbaz iki mafya tiplemesi. Bu zıt ikili ayrılan birçok yönüne rağmen kadınlara yönelik tutumları, “adamlarıyla” kurdukları ilişki biçimi, yersiz şiddet gösterileri başlıklarında birleşiyorlar.
Ancak bu tiplemelerin gençler açısından bir model oluşturmasına da değinmeden geçemeyeceğiz. Gerçekten bu kadar mı yoksunuz gençliğe model oluşturabilecek kişiler ortaya çıkarmada? Elbette değiliz. Bizim tarihimizde yer alan gençlik önderleri; bu “sanal” kahramanlarla ya da onların gerçek hayattaki karşılıklarıyla yan yana bile anılamaz. Arkalarında adamları –ki gerçek hayatta bu tipler genelde adamlarının önünde yer almayı değil arkalarında saklanmayı tercih eder.- son model arabalarla, her tür silah ve yeri geldiğinde devlet desteği ile kahramanlık yapan bu tipler, bir uluslararası sistemi ve onun devlet aygıtı, her tür zor gücünü sadece tarihsel haklılıklarına dayanarak karşısına alan devrimcilerle boy ölçüşemez. Ancak bu noktada içinde bulunduğu geleceksizlik, yoksulluk, uyuşturucu ve “suç” kıskacı içerisinde isyan eden gençlerin, “isyanını” anlamakta, onula buluşmakta biraz zorlandığımız açığa çıkıyor. Mevcut araç, yöntem ve söylemlerimizle yoksul mahallelerde; sokak aralarında filizlenen isyanın karşısına gerçek bir kavga seçeneğini yaygın biçimde koyamıyoruz.
İki elle ortasından tuttukları tesbihleri ile instagrama koydukları fotoğrafları, modifiye Doğanları, Pitbullları ile başına gelenlerin sebebini arayan, hayallerini çalan o kişiyi bulsa ağzını, burnunu kıracak olan bu gençlere; hayatlarını ellerinin arasından çekip alanın dizideki “Beyefendiler” , “Vartolular” değil, sermaye sınıfı olduğunu anlatmalıyız. Yoksulluğumuz ve yoksunluğumuz dünyadaki milyarlarca yoksul gibi emperyalist- kapitalist sistemden kaynaklanıyor.
Bu noktada yapılacak çalışmaların tarzı, yöntemi, dili vs. ayrı bir yazının konusu ya da hayatın içinde deneyimlenecek bir başlık olarak duruyor.
'MAHALLEYİ, AİLEYİ KORUMAK
Son olarak dizinin temel düsturlarından biri olan” Mahalleyi korumak” meselesine ilişkin bizim ne anladığımızı ortaya koyarak bitirelim.
Mahallenin nasıl korunacağının en iyi örnekleri “Gezi Direnişinde” verildi diye düşünüyoruz. Gazi Mahallesi’nde, Sarıgazi’de, Dikmen’de, Tuzluçayır’da … Ve belki de en çok Hatay Harbiye Mahallesinde, Abdocan’ın, Ahmet Atakan’ın mahallesinde.Tüm gençlere; özellikle kendilerini sol değerlerle tanımlayan gençlere bu mahallelerde yaşayan direnişleri hatırlamalarını öneririz.
Son söz Ahmet Atakan’ın olsun; halkıyla, mahallesiyle kurduğu ilişkiyi ne de güzel anlatıyor: "Halkın arkanda olduğu sürece, o dayanışmayı gördüğün sürece ne olursa olsun korkmuyorsun."
Not: “Peki şimdi bu diziyi izlemeyelim mi?” diye soran gençlere cevabımız:
İzleyin ama fazla şey yapmayın.