‘Aslında…’

‘Aslında…’

İtiraf etmeliyim ki, yakın dönemde yayımlanmış söyleşilerin bir kitapta toplanmasını; meraklısının, çoğunu öncesinde okumuş olacağı düşüncesiyle biraz yadırgamıştım. Yanıldığımı, kitabı elime aldığım akşam, bitirmeden yatamadığımda anladım. ‘Sanat ve Hayat’, ‘Edebiyat’ ve ‘Sinema’ bölümleri altında toplanmış söyleşilere kendimi kaptırmamın ötesinde, sandığımın aksine içlerinde atladıklarım da varmış.

Ercan Kesal ile yapılmış ve 2013-2017 yılları arasında farklı mecralarda okurla buluşmuş röportajların bir araya getirildiği Aslında…, Kasım ayında İletişim Yayınları tarafından basılarak raflarda yerini aldı. Editörlüğünü Doğuş Sarpkaya’nın üstlendiği kitapta sunuş yazısı Tayfun Pirselimoğlu’ndan. Fikrin oluşumunda, ‘diyaloğun gerçeğin ortaya çıkarılmasındaki gücünden yola çıktık’ diyor editör.

Kitap söyleşisinin başlığı olan ‘Gerçeğin ilhamına sarılmak’, varsa, Ercan Kesal yazınıyla henüz tanışmamışlar için iyi bir ipucu olabilir. Artık kadrolu okurlar ise hep merak edilen, anlattıklarının ne kadarı gerçek, ne kadarı kurgu sorusunun yanıtını takip eden satırlarda bulabilir sanıyorum. 

Hani gündelik akışta yapma ve olma haline atıfla sıkça söylenen bir söz vardır: “Yapamayan anlatır”. Soru-cevapların izi sürüldüğünde Ercan Kesal’ın kerametinin evvela bu sözü ters yüz etmekten geçtiği görülüyor. Metinlerini okurken uyanana benzer, ‘daha kim bilir yapacak ne çok şeyi, anlatacak ne çok hikâyesi vardır’ duygusu kaplıyor insanı. Okurun Ercan Kesal kitaplarına tezahüratında bu duygunun payının büyük olduğunu düşünürüm.

Ercan Kesal denince akla önce hikâyenin kendisi ve karakter gelse de sinemadan, oyunculuktan, hekimlikten süzdükleriyle acıyı ve hüznü bile şerbetle harmanlayan dilinin de hakkını vermeli. Aynı dilin, yazdığı gibi muhabbetine de yansıdığını evvelce İleri Haber için Fuat Sevimay’la birlikte yaptığımız ve kitaba da giren söyleşimizden biliyorum.

Peri Gazozu’ndan bu yana yazdıklarının türünün ne olduğu da tartışma konusudur;  malum, ad koymasak olmaz. İlla ki ihtiyaç mıdır bilmem; şayet öyle ise, kitapta yer alan bir söyleşide de geçtiği gibi Semih Gümüş’ün öyküsel deneme tanımlamasına sanırım yakın düşüyor çoğunlukla metinler.

Yazarlık insanların hikâyesini gölgelememeli Ercan Kesal’a göre, bu yanıyla hikâyecilerin çoğundan ayrılıyor olabilir. “Sadece yazarlıkta değil, yaptığımız hiçbir işte özneden, hikâyenin sahibinden daha kıymetli hiç kimse ve hiçbir şey yoktur.” diyor. Aksi halde tıp biliminin de hastanın hayatından daha önemli hale gelebileceğine işaret ederek. Sinemada çizdiği unutulmaz karakterler gibi  hikâyeleri yüklenenler de hep bu karakterler. Yazdıklarının ne kadarı öz yaşam öyküsündendir okur olarak bilemeyeceğimizi cevaplarından da anlıyoruz. Bununla beraber yazar deneyimlediğini kiriş, samimiyeti yapıyı kurarken yazıya harç yapabiliyorsa bunun da bir önemi yok bana göre.  Metinlerinin, ardından yürüyen bir gölgesi de var sanki. Anlatılanın hacmi çağrıştırdıklarıyla beraber anlatılanı hep büyütüyor.

Söyleşilerde de üzerinde durulan, yazdıklarının ana temalarından biri olan ölümle hekimliği arasında kurduğu ilişki, hekimliği de aslında sanat olarak tanımlamasıyla anlamını buluyor. Tam bu noktada, “ölüm yaşamı hak etmektir”  diyen birinin yazarlıktan oyunculuğa, senaristlikten hekimliğe elini attığı her alanda neden başarılı olduğunu sorgulamanın yersizliğini de herhalde teslim etmek gerekir. 

Bir dönem tartışma konusu olan, ‘Çehov okumayan doktor olamaz’ sözünün de aslında  “Çehov  okumamışsa eksik bir doktor olabilir” olduğunu vurguluyor bir söyleşide. Üstünde neden bu kadar durulduğunu o zaman da anlamamıştım. Daha çıktığı hafta masasında ‘Hoşbeş’i gördüğüm dahiliyeciye terapist muamelesi yapmışlığım var. Şüphesiz sanat insanı dönüştüren bir şey ve elbette bunun etkileri her ne yaparsak yapalım, o şeye yansıyor.

Kasabaları iyi biliyor Ercan Kesal. Köylülük, kentlilik halleri ise hikâyelerinde sadece geçtiği yerin atmosferini oluşturmakla sınırlı değil; kasabalar aynı zamanda köyün tevekkülüyle kentin nevrotikliğinin arasında, insanın en iyi tanınacağı yerler.  İstanbul üzerinden örneklediği gibi kentler de bir tür kasabalar toplamı hatta, kentlileştirense insan sayısından öte aslında üretim ilişkileri oluyor.  

Kişisel tarihim diyerek anlattıklarım ülkemin tarihinden başka bir şey değildir” sözünün altı çizilmeli. Ardından gelen soruya cevabının da tekrar tekrar okunmasını dilerim: “Her şey politiktir. Söylediğimiz söz, yazdıklarımız, yapıp ettiklerimiz, kaygılarımız, umutlarımız, varoluşsal sıkıntılarımız, heyecanlarımız; hepsi! Toplumdan azade bir birey düşünülebilir mi?

Yazarlığının hekimliğinden eski olduğunu söyleyen Ercan Kesal, özünde onun da aslının okuma tutkusundan geldiğini de ekliyor ki, söyleşileri zenginleştiren önemli unsurlardan biri de bu bana kalırsa.

Dediği gibi, “İnsan yaşadıkları, yazdıkları ve yaptıklarıyla müsemma olmalı.” Dünyasını gerçeğin ilhamına sarılarak kuran ‘bozkır çocuğu’ Ercan Kesal’ın yaşamından bütün alanları küçük kesitlerle veren, keyifle okunacak bir kitap olmuş, Aslında…

Okuru bol olsun.


KÜNYE: Aslında…, Ercan Kesal, İletişim Yayınları, 2017, 315 sayfa.

DAHA FAZLA