Ankara saldırısından geriye kalanlar: Suriye, işgal, Kürtler, Türkler ve birlik üzerine notlar...
17 Şubat günü Ankara’da Devlet Mahallesi, Merasim Sokak’ta patlayan bomba, katliamlar tarihimizde önemli sayfalardan birini açtı.
Resmi rakamlarla aralarında sivillerin de bulunduğu 28 kişi hayatını kaybetti. AKP/Saray sözcüleri saldırının YPG-PYD tarafından gerçekleştirildiğini propaganda etse de, eylemi TAK adlı örgüt üstlendi.
Bu yazıda, saldırının doğrudan hedefleri ve olası etkileri üzerine değerlendirmelerde bulunacağız.
SURİYE İÇİN ETKİLERİ
Saray Rejimi bu saldırıyı daha ilk başından, PYD/YPG ile rabıtalandırmaya çalışarak Suriye’ye girebilmek, hamisi olduğu islamcı çetelere can simidi olabilmek ve en nihayetinde de içeride kurmak istediği rejimin ihtiyaç duyduğu ‘’milli birlik ve beraberlik’’ refleksini yeniden gündemleştirmek için kullanmak istedi.
Saray Rejimi’nin, son aylardaki en ciddi sorunlarından biri, Suriye’deki Kürt siyasi unsurlarına verilen uluslararası destek. Bu sorun özellikle geçen ay yaşanan Cenevre kepazeliğinin ardından iyice rahatsızlık vermeye başladı.
YPG-PYD’yi gayri-meşru ilan etmek için fırsat kollayan AKP’nin, bu kanlı saldırıdan istifade etmek istemesi, bunun için elde herhangi bir kanıt olmasa da zorlamalarda bulunmaya çalışması (özellikle PKK ve TAK adlı örgüt tarafından yapılan açıklamaların propaganda avantajı sağlaması da göz önüne alındığında) oldukça anlaşılır. Öte yandan, YPG-PYD emir-komuta zinciri içerisinde bu tür bir eyleme kalkışmanın anlamsızlığı, dahası bu örgütlerin kullandığı enstrümanlar arasında bu tür eylemlerin olmadığı da bilinen bir gerçek.
Saldırıdan hemen sonra, Rusya’dan ve ABD’den farklı tonlarda gelen “AKP’nin Suriye’ye müdahalesine karşı” açıklamalar, AKP/Saray Rejimi’nin elinin rahat olmadığını bir kez daha ortaya koydu. Meselenin Rusya boyutu zaten yeterince açık.
ABD açısından ise sorunun birkaç boyutu bulunuyor: AKP/Saray Rejimi’nin attığı ‘’Eyyyyy Amerika’’ tiradları, emperyalizmin krizinin yarattığı boşluklara işaret diyor ve bu boşlukları doldurmak için "Ortadoğu’da partnerin benim’’ uyarısına alan açılıyor. Var olan tablo, ABD açısından önlem alınması gereken bir başıboşluğun varlığını da anlatıyor. Bu başıboşluğun ne gibi sonuçlar doğuracağı iyice ön kestirilemez hale gelmeden, ABD’nin AKP/Saray Rejimi’ne, BM vasıtasıyla Rusya ile yaşanacak herhangi bir çatışmada NATO’ya güvenmemesi gerektiğini açıkça söylemesi, önemli bir veridir.
İkinci unsuru Rojava ve Kürtler… ABD açısından, Rojava’nın bir “Barzanistan” olmaması, bu alana müdahalelerde kimi riskleri de beraberinde getiriyor. Bu risklerin bertaraf edilmesi, için Rojava örneğinin ABD’nin bölgeye ilişkin planlarına tümüyle uyumlu hale getirilmesi gerekmektedir. Dahası, ABD’nin AKP/Saray Rejimi’ni dinleyerek PYD/YPG’den tamamen vazgeçmesi, PYD/YPG’yi Rusya’ya teslim etmek anlamına gelebilir. Diğer bir deyişle, Ortadoğu’da ciddi bir oyuncu haline gelen Rusya’ya Esad dışında ikinci bir nüfuz alanı bırakmak demektir. Bunun ABD açısından kabul edilebilir olmadığı ise gayet açıktır.
Suriye ve bölgedeki tablo söz konusu olduğunda, AKP-Suud ittifakının, kaosun devamından yana oldukları şüphe götürmez. Bu gerçek iki sacayağına oturuyor. Birincisi, emperyalist kapitalist sistemdeki krizin yarattığı boşluklar, bu iki partnerin ‘’başına buyruk’’ bir biçimde davranmasına olanak sağlıyor. Bu başına buyrukluk; sistemden kopmak için değil, sistemin siyasal mimarisini değişime zorlayan mücadelelerde daha sağlam yer kapmak için yapılıyor. İkincisi ise, İran ve Rusya’nın bölgede etkinliğini giderek artırması, emperyalist merkezler arasındaki rekabetin Asya Pasifik coğrafyasına odak kaydırma eğiliminin berrak hale gelmesiyle AKP-Suud ittifakını ciddi olarak ‘’görevsizlik’’ problemiyle karşı karşıya bırakıyor.
Burada bir konuda parantez açalım: Emperyalizmin krizinden bahsediyoruz ama Suriye’de ABD ve Rusya’nın ateşkes için Münih’te mutabakata vardığını biliyoruz. Peki bu bir çelişki değil mi? Cevabımız oldukça net: Hayır. Daha önceki yazılarımızda, emperyalizmin krizine ilişkin olarak, ‘’1914 öncesi’’ analojisi kurmuştuk. Böyle bir analoji kurmak için elimizde yeterince veri olmakla birlikte, 1914 öncesi ile bugün yaşanan kriz arasındaki temel farklılık, bağımlılık ilişkilerinin fazlasıyla gelişmiş olduğudur. Bu durum, 1914 öncesinin mutlaklıklarından ziyade bugünün geçişkenliklerine işaret etmektedir. Dolayısıyla da bu geçişkenlikler; siyaset alanında oldukça zengin manevra olanakları sağlamaktadır. 90 yıl önce Gramsci’nin “Eski olan ölüyor, yeni olan doğamıyor; böyle bir ara-geçiş döneminde bir sürü beklenmedik gelişmeler ortaya çıkabilir” saptaması, dönemin karakteristik özelliğini açıklaması açısından oldukça anlamlıdır.
GERİCİ-FAŞİST SARAY REJİMİ’NİN GELECEĞİ BAKIMINDAN ETKİLERİ
Daha önce, AKP/Saray Rejimi’nin karakteri üzerine çok yazdık. Rejimin gerici ve faşist bir niteliği olduğunu yazdık. Katliamlara ve IŞİD’e mahkum olması nedeniyle, Ankara Katliamı’yla özdeşleştirmek üzere rejimi 10 Ekim Rejimi olarak da adlandırdık.
Bu gerici-faşist rejimin Suriye’de cihatçı güçlerin başarıya ulaşamaması, ülkenin kuzeyindeki Kürt kantonlarının birleşmesi ihtimali ve IŞİD’le mücadelede Kürt siyasi hareketinin prestij kazanması, onu yeni bir politika üretmeye zorladı. Bu politikanın ana hatlarını; Suriye’deki durum nedeniyle ABD ve AB ile bozulan ilişkilerin yeniden tesisi ve Kürtlerin statü arayışının ve bunun Türkiye’ye yansımalarının kontrol altına alınması ihtiyaçları belirledi. Bu iki temel ihtiyaçtan yola çıkan AKP, Rusya’nın bölge siyasetinde giderek artan etkisi ile Suriye’deki durumun yarattığı mülteci sorununu Batı’yla ilişkilerinde koz olarak kullandı. Öte yandan, Kürtlerin statü arayışının Türkiye siyasetine olası etkilerini dizginlemek için; Türkçü-İslamcı sentezi yeniden üreterek, MHP’nin etkisi altındaki kitleleri kendi çizgisine çekti. Bu politik çizgi, içeride ve dışarıda kan, katliam, savaş, baskı ve imha yöntemleri kullanılarak ilerletildi.
Katliam’dan beslenen bu rejim, dış politikadaki kırılganlıklarını iç politikadaki gücüyle dengelemeye çalıştı ve açık ki Kürtleri düşmanlaştırma politikası işine yaradı.
Geldiğimiz noktada bir ihtiyaç artık kendisini iyice dışa vurmuş halde: Orduyla bütünleşme ihtiyacı.
Bunu iki türlü anlamak mümkün. Birincisi, Türkiye siyaseti şunu öğretiyor; TSK ayağındaki zayıflık, siyasi adımı güçsüz kılıyor. Bugün içeriye ve dışarıya aynı anda müdahale etmeye çalışan AKP’nin bu işi askerin tam boylu dahli olmadan yapabilmesi mümkün görünmüyor. İkincisi ise TSK’nın geleneksel olarak ABD ile ilişkilerde oynadığı (çoğu zaman tayin edici) rol. ABD’yle daha yakın ilişkiler de, bu ülkeyi bir şeye ikna etmek de asker olmadan olmuyor.
17 Şubat tarihli saldırının üzerinde yükseldiği zemini anlamaya çalışırken, yukarıda çizdiğimiz politik tablo göz ardı edilemez. Yani hem bu saldırıya giden yolda AKP Rejimi’nin zemin yaratmış olması, hem de saldırı ile AKP’nin TSK ile ilişkilerini daha da derinleştirmek üzere bu saldırıyı kullanmak isteyeceği göz ardı edilemez.
Ancak bir şey daha göz ardı edilmemeli…
Ankara Saldırısı, sivillerin de hayatını kaybettiği bu katliam, AKP Rejimi’ni toplumsal ölçekte sorgulatmak bir yana, onun elini rahatlatıyor; Saray, oyunu hazırladığı zeminde oynatmayı başarıyor.
Dahası, yukarıda saldırının doğrudan amaçlarından biri olarak saydığımız dehşet yaratarak halkın tepkilerinin manipüle edilmesi, ilericilerin müdahale olanaklarını da baltalıyor. Halkın politik zeminden uzaklaşması Türkiye tarihinde hep çok daha gerici senaryoların önünün açılmasına neden oldu. Bugün bunun değişmesi için herhangi bir neden bulunmuyor.
TÜRK-KÜRT ORTAK GELECEĞİ İÇİN ETKİLERİ
Daha önceki yazılarımızda Kürt meselesinde “barış, kardeşlik ve birlik” ekseninin önemini birkaç kez vurgulamıştık. Bu eksenin ve özel olarak da sosyalistler açısından kimlik oluşturucu bir tema olması bakımından “birlik”in neden önemli olduğunu, Türkiye devriminin yol haritası ile ilişkilendirerek anlatmıştık.
İşte Ankara Saldırısı en çok da bu “birlik” tezine, Türklerle Kürtlerin bir arada yaşama ve ortak gelecek kurgusuna zarar vermektedir.
Bu, birkaç nedenle böyledir:
Böylesi bir saldırıyla öyle ya da böyle ilişkilenen/ilişkilendirilebilen Kürt siyaseti, Türkiyelilik iddiasından ve inandırıcılığından objektif olarak uzaklaşmaktadır.
Kürt siyasetinin Türkiyelilikten uzaklaşması sosyalistler ile yan yana gelme olanaklarını da nesnel olarak olumsuz etkiler.
Sosyalistler elbette, AKP'nin Kürt halkını hedef alan ve Türkiye'nin birlik zeminine zarar veren faşizan uygulamalarına karşı çıkacaktır. Ancak, ortak bir gelecek perspektifi oluşturmak da daha fazla zorlaşmaktadır.
Daha önce söylemiştik, bir kez daha vurgulayalım:
İyi veya kötü, olumlu veya olumsuz gibi yargılardan azade, objektif bir bakışla ele alacak olursak, Türkiye’de bugün, halklara özgürlük ve eşitlik vadeden, yurtsever bir birlik iddiasının en gerçekçi sahibi sosyalistlerdir. Ve Ankara Saldırısı, sosyalist hareketin AKP/Saray Rejimi’ni yıkma mücadelesi ile ortak gelecek hedefini buluşturmanın ne denli yakıcı bir ihtiyaç olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur.