33 Kurşun'dan Roboski'ye

33 Kurşun'dan Roboski'ye

33 Kurşun Olayı'nın üzerinden 68 yıl geçmişti. Bölge halkının makûs talihinde değişen bir şey yoktu. Roboski katliamı tarihin acı bir tekerrüründen ibaret değildi elbette. Türkiye'de bugüne kadarki bütün iktidar sahiplerinin ezilen ve yoksul halklara uygun gördüğü muamele buydu: Katliam, sömürü, hukuksuzluk...

Cîwan Aytekin

Ahmet Arif'in 33 Kurşun şiiri şüphesiz pek çok kimse tarafından bilinen bir şiirdir.

Peki ya 33 Kurşun'un hikayesi?

28 Aralık, yani Roboski Katliamı'nın 6. yıldönümünde 33 Kurşun Olayı'na değinmek kanaatimce yerinde ve faydalı olacaktır.

1943 yılında  Van'ın Özalp ilçesinin Aşağı Tulgalı (Axruk) köyünden hayvan kaçakçılığı ile uğraşan 33 kişi 3. Ordu Müfettişi Orgeneral Mustafa Muğlalı'nın emriyle Aşağı Koçkıran köyü yakınlarındaki Geliyê Sapo mevkiinde sorgusuz yargısız kurşuna dizilir. 

Kurşuna dizilenlerin 32'si olay yerinde can verir. Sağ kurtulan bir kişi ise rivayetlere göre olayın yarattığı psikoloji ile aklî dengesini yitirir ve kısa bir süre sonra da vefat eder.

Olay her ne kadar yargıya ve TBMM gündemine taşınmak istense de bu bir türlü mümkün olmaz.

Ancak 1950'de iktidarın değişmesiyle Demokrat Parti milletvekilleri sanki ülkeyi ABD'ye peşkeş çekmek adına daha birçok genci adını dahi bilmedikleri bir ülkeye ölüme gönderecek olan kendileri değilmişçesine bir "adalet arayışı" içerisine girerler.

1951 yılında olayın faili dönemin 3. Ordu Müfettiş Mustafa Muğlalı yargılanarak idama mahkûm edilir. Fakat Muğlalı'nın yaşı 68'i bulduğundan idam cezası 20 yıl hapis cezasına çevirilir. 

Aynı yıl Mustafa Muğlalı hayatını kaybeder.

60 darbesiyle birlikte Muğlalı "doğu vilayetlerinde sükuneti sağlamış bir kahraman" olur ve bu kez "hain" gömleğini Demokrat Parti üyeleri giyer.

Öyle ya, Türkiye'de "hainler" ve "kahramanlar" çok sık yer değiştirebiliyor.

*       *       *

33 Kurşun Olayı'nın üzerinden 68 yıl geçmişti.

Gündemde bir "demokratik açılım" vardı.

Hem 12 Eylül darbesiyle de hesaplaşıyorduk.

Derken, 28 Aralık 2011 günü akşam vakitlerinde TSK'ya ait jetlerin Irak sınırında mazot kaçakçılığı yapan çok Kürt yurttaşın üzerine bomba yağdırdığı haberi geldi.

Bombardıman sonucu 34 kişi hayatını kaybetti. 

Ne oldu, nasıl oldu? pek anlaşılamadı. Belki de anlaşılamaması için üstün bir çaba harcandı.

Başlarda TSK "Biz PKK militanları zannettik" dedi.

İstihbaratın Amerika'dan alındığına dair haberler dolaşmaya başladı medyada.

Hakan Fidan her ne kadar reddettse de MİT'in Bahoz Erdal'ın sınırı geçmekte olduğuna dair TSK'ya bilgi verdiği söylendi.

Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı'na göre TSK personeli kendisine verilen görevi yerine getirmişti. Dolayısıyla ortada kamu davası açılmasını gerektirecek bir durum yoktu.

Dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Akın Öztürk'e olaydan çok kısa bir süre sonra Erdoğan tarafından verilen plaket de olaydan çok da rahatsızlık duyulmadığını kanıtlar nitelikteydi.

Zaten Devlet Bahçeli de "PKK'nın gözetimi ve denetimi olmadan bölgede kaçakçılık yapmanın imkânsız olduğunu" söylememiş miydi?

Bu tablodan da anlaşılacağı üzere bir grup "potansiyel terörist" imha edilmişti. Olan biteni çok da eşelememek lazımdı.

33 Kurşun Olayı'nın üzerinden 68 yıl geçmişti.

Bölge halkının makûs talihinde değişen bir şey yoktu.

Roboski katliamı tarihin acı bir tekerrüründen ibaret değildi elbette.

Türkiye'de bugüne kadarki bütün iktidar sahiplerinin ezilen ve yoksul halklara uygun gördüğü muamele buydu: Katliam, sömürü, hukuksuzluk...

*        *        *

Roboski Katliamı'nın 6. yıl dönümündeyiz.

Roboski deneyimi aslında açık bir şekilde bizlere bir başka gerekliliği hatta zorunluluğu hatırlatıyordu: Sermaye karakterine bürünmüş iktidar organına karşı birleşik devrimci mücadele...

Bugün Saray Rejimi'nden Roboski, Ankara, Suruç ve daha nice katliamın, nice hukuksuzluğun hesabı sorulamıyorsa bunun yegâne sebebi Türkiye halklarının devrimci karaktere sahip bir cephede buluşamaması ve bizlerin kitleleri devrimci mücadeleye ikna etme konusunda yeterli özveriyi ortaya koyabilmiş olamayışımızdır.

Oysa Roboski örneğinde de görüldüğü gibi MİT, TSK, AKP, MHP ve sermayenin diğer payandaları ortak paydada kolayca buluşabiliyor.

2017 Türkiyesi'nde hâlâ ne inşa edilmiş bir devrimci cepheden ne de bir mücadele aygıtından söz edilemiyor olması Saray Rejimi'ni her geçen gün hukuksuzluklarına bir yenisini eklebilmesi için adeta  cesaretlendiriyor.

Nitekim Roboski Katliamı yaşandığında bu kıyıma karşı güçlü bir toplumsal muhalefet oluşmuş olsaydı ve bizler bu ülkenin devrimcileri olarak ortak bir cephe inşa edebilseydik şüphe yok ki Suruç'ta katledilen yoldaşlarımızın  esabı da sorulurdu, Ankara'da katledilen yoldaşlarımızın da...

Saray Rejimi Kürt halkına karşı giriştiği kirli savaşta da karşısında güçlü bir toplumsal muhalefet bulurdu veya referandum rezaletinden sonra Erdoğan pişkin pişkin "Atı alan Üsküdar'ı geçti" diyecek yüzü bulamazdı.

Unutulmaması gereken bir diğer nokta düzenin "demokratik açılımına" ve 12 Eylül'le hesaplaşma palavralarına bel bağlamak bizlere yeni katliamlar ve yeni 12 Eylül'lerden fazlasını getirmez.

Ne var ki 6 yılın sonunda dönüp dönemin aktörlerine bakacak olursak: 

AKP/Saray rejimi hâlâ kanlı pençeleriyle ezilen, yoksul ve emekçi halkların boğazına sarılmakta.

Devlet Bahçeli hâlâ Saray'ın suçlarının en büyük destekçisi ve savunucusu.

TSK ve Akın Öztürk'e gelecek olursak: Söylediğimiz gibi, Türkiye'de "kahramanlar" ve "hainler" çok sık yer değiştirebiliyor.